29 Eylül 2010 Çarşamba

Zürafanın Güçlü Kalbi

Allah yeryüzündeki canlıların her birinde, insanların üzerinde düşünmelerini sağlayan birbirinden farklı sistem ve özellikler yaratmıştır. Bunların her biri, Allah’ın yaratışındaki sonsuz mükemmelliği yansıtır. Zürafaların sahip oldukları özellikler de bunun delillerindendir.

Zürafanın Uzun Boyuna Uygun Olarak Yaratılmış Kalbi

Zürafa dört beş metreye varan boyuyla karada yaşayan hayvanların en uzun boylusudur. Bu uzun boyu nedeniyle yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun için olağanüstü güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Nitekim zürafanın kalbi kafasından daha büyüktür ve yaklaşık 60 cm uzunluğa ve 11.8 kg'lık bir ağırlığa sahiptir.

Zürafaların kalbi 350 mm Hg'lik bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür. (Bugün kabul edilen kan basıncı değeri istirahat halindeki normal bir yetişkinde 120/80 mmHg'dır (milimetre civa))Diğer bir ifadeyle, zürafanın tansiyonu 35’e çıksa bile bu durumun zürafaya bir zararı olmaz. Canlılar arasındaki en yüksek kan basıncına sahip olan zürafaların kalpleri dakikada 170 kez atmakta ve tüm vücuduna 75 litre kan pompalayabilmektedir.

Zürafalarda bulunan kan hücresi miktarı, bir insanda bulunanın iki katıdır. Zürafalar bir şey yedikten veya içtikten sonra kafalarını yerden kaldırdıklarında, kalplerinin beyinlerine yeterli miktarda kanı pompalayabilmesi için normalden iki kat daha fazla atması gerekmektedir. Peki normal koşullarda pek çok canlının ölümüne sebep olabilecek kadar güçlü olan bu sistem, nasıl olur da zürafaya zarar vermez? Bunun nedeni, özel bir haznenin içinde bulunan sistemin, basıncın bu ölümcül etkisini kaldırabilmek için küçük damarlarla kuşatılmış olmasıdır.

Zürafa Niçin Beyin Kanaması Geçirmez?

Zürafanın başından kalbine kadar giden bölümde; yukarı çıkan ve aşağı inen damarların oluşturduğu bir U sistemi bulunur. Ters yönde akan kan damarları toplam basıncı sıfırlar, böylece canlı, ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulmuş olur.

Kalpten aşağı seviyede kalan bacak ve ayakların da özel bir korumaya ihtiyacı vardır. Zürafanın bacak ve ayaklarını saran derinin son derece kalın olması onu kan basıncının kötü etkilerinden korur. Ayrıca damarların içinde, şiddetli kan akışını dengeleyerek basıncı kontrol altına alan kapakçıklar da bulunur.

Asıl büyük tehlike ise, hayvan su içmek için başını yere kadar indirdiğinde ortaya çıkar. Normalde beyin kanamasına sebep olacak kadar şiddetli olan kan basıncı, bu durumda daha çok artar. Ama bu tehlikeye karşı kusursuz bir önlem alınmıştır. Vücutta salgılanan "sefaloraşidien" adlı sıvı devreye girer ve kalp hacmini küçülterek pompalanan kanı azaltır.

Öte yandan, hayvanın boynunda, başını aşağı eğdiğinde devreye giren özel kapakçıklar vardır. Bu kapakçıklar kanın akışını büyük ölçüde azaltır ve böylece zürafa güven içinde su içip tekrar başını yukarı kaldırabilir. Zürafanın kat kat olan damarlarının kalın olması da, yine bu yüksek basınç tehlikesine karşı alınmış bir tedbirdir.

Zürafaların Başı Neden Dönmez?

Zürafalar, başlarını aşağıdan yukarı kaldırmak için çok fazla zaman harcarlar ve bu yüzden kanın beyne gitmesi için vücutlarında kusursuz bir sistemin olması gereklidir. Bu sistem, çok güçlü bir pompa biçiminde çalışan kalp ve insandakinin iki katından daha fazla olan kan basıncından oluşur. İşte böylelikle zürafalar, bayılma nöbetlerinden korunmuş olurlar.

Nitekim zürafa başını kaldırdığında, baştaki kan damarları neredeyse bütün kanı yanaklarına, dillerine ya da deri gibi başın diğer bölümlerine aktarmaz; sadece beyne akması için yönlendirir. Aynı zamanda, hayvanın kalın derisi ve şahdamarındaki olağandışı bir kas -ki damarların genellikle kasları olmaz- kanı baştan kalbe geri taşıyan damara baskı yapar. İşte zürafa, insanlarınkinden çok daha iyi bir bayılmayı engelleyen mekanizmaya sahip olarak yaratıldığı için bayılmaz.

Zürafaların Yaratılışı, Allah’ın Üstün Sanatının Örneklerinden Biridir

Kuşkusuz, zürafalar sahip oldukları tüm özellikleri kendi ihtiyaçlarına göre planlayarak kazanmış olamazlar. Bu önemli özelliklerin zaman içinde yavaş yavaş işleyen bir evrim süreci ile oluştuğunun söylenmesi de mümkün değildir. Çünkü bir zürafanın yaşamını sürdürebilmesi için, mutlaka beynine kanı ulaştıracak bir pompalama sistemine, eğildiğinde ani kan basıncını azaltacak kapak sistemine ve başını kaldırdığında bayılmasını engelleyen damar sistemine aynı anda sahip olması şarttır. Bunlardan biri olmasa veya tam çalışmasa, zürafanın yaşamını sürdürmesi imkansız hale gelir.

Zürafaları Allah yaratmıştır ve yeryüzünde var olan diğer bütün canlılar gibi, vücutlarında Allah’ın üstün yaratma sanatının pek çok tecellisi bulunur. Allah bu durumu bir Kuran ayetinde şöyle bildirir:


Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.
(Casiye Suresi, 4)

Zürafaların Pek Fazla Bilinmeyen Özellikleri


Yemek borularında bir asansör sistemi vardır: Zürafaların boyunlarının uzun olması, ağaçların en üst dallarına kadar uzanıp oradaki filizleri ve bitkileri yiyebilmelerini sağlar. Ancak hiç çiğnemeden yuttukları bu dikenli bitkiler önce dört bölmeli midelerine gider. Zürafalar daha sonra bunları sindirmek için tekrar ağızlarına gönderir ve ağızlarında çiğnerler. En sonunda da tekrar yutarak midelerinin bir başka bölmesine gönderirler. Ancak besinin mideden ağza gidebilmesi için, yuttukları bitkilerin birkaç metre uzunluğunda olan boyunlarından yukarı doğru çıkması gerekir. Yüce Rabbimiz zürafaları besinleri yemek borusundan yukarı doğru çıkaracak asansör benzeri bir sistem ile birlikte yaratmıştır.

Ağız ve diş yapıları ihtiyaçlarına yöneliktir: Zürafaların dilleri 45 cm dışarı uzanabilir. Dişleri ise bir tarak gibi olduğu için sert akasya dallarının dikenlerini ve mineral gereksinimlerini karşılayan kemikleri rahatlıkla çiğneyebilirler.

Renkleri bulundukları ortama uygun olarak yaratılmıştır: Zürafaların benekli derileri, onların kamuflaj yapmalarına uygun olarak yaratılmıştır. Çünkü savan alanlarındaki ortamın rengi ile uyum içinde olmaları, düşmanları tarafından fark edilmelerini zorlaştırır.

Vücutları, hızlı koşmalarını sağlayacak biçimde yaratılmıştır: Zürafalar bir tehlike anında koşarak 50-70 km. hıza ulaşabilirler. Koşmaya başladıklarında başlarını pompalar gibi ileri geri götürür ve kuyruklarını kıvırırlar. Koşarken diğer bir özellikleri ise, diğer hayvanlar gibi ayaklarını çaprazlama atmamalarıdır. Önce ön ve arka sol, daha sonra ön ve arka sağ ayaklarını kullanarak koşarlar. Zürafanın bu koşma şekli, onun vahşi hayvanlar tarafından yakalanmasını zorlaştırır.

Küçük gruplar halinde yaşamaları güvenli bir ortam oluşturur: Zürafalar bütün yavrularına birlikte bakarlar. Yetişkin zürafalar dönüşümlü olarak yavruların başında nöbet tutarlar. Bu güvenlik sistemi sayesinde diğer anneler rahatlıkla yavru zürafaları bırakıp kilometrelerce uzağa yiyecek aramaya gidebilirler.

Yüce Allah zürafaların uyuma şekillerini özel olarak yaratmıştır: Oturduklarında kalkmaları zor olduğundan, boyunlarını arka gövdelerinin yanına uzatarak ayakta uyurlar. Birkaç dakika dışında bütün uykularını bu şekilde ayakta geçirirler. Ayrıca zürafalar hiçbir zaman aynı anda uyumazlar, mutlaka aralarından biri nöbet tutar.

Anne zürafa ve yavru arasındaki iletişim Yüce Allah’ın rahmetinin tecellisidir: Doğumdan sonraki birkaç gün içinde anne zürafa, zamanını yavrusunu yalayarak ve koklayarak geçirir, bu şekilde hem yavru temizlenmiş olur hem de annesinin kokusunu öğrenir. Bu koku, anne ve yavrunun kalabalık bir sürünün içinde birbirlerini bulmaları gerektiğinde işe yarayacaktır.

Herhangi bir zorluk içinde olan yavru, annesinin dikkatini çekmek için çeşitli sesler çıkarır. Annesi de onu sesinden hemen tanır ve yardımına koşar. Zürafalar yavrularını hiç yanlarından ayırmazlar. Saldırıya uğradıklarında ise yavrularını vücutlarının altına iterler ve ön ayakları ile düşmanlarına sertçe vurarak saldırırlar.

Zürafa ve Dolaşım Sistemi - kısa film izle

27 Eylül 2010 Pazartesi

Geko Kertenkelesinin Üstün Tutunma Tekniği

Geko kertenkelesinin ayaklarında başka hiçbir canlıda bulunmayan çok güçlü bir yapışma sistemi vardır. Gekonun mucizevî yapışma sistemi hiçbir kimyasal içermez, yani ayakların altında tutkalımsı bir madde yoktur. Üstelik hayvanın ayaklarında vantuz benzeri bir yapı da mevcut değildir. Araştırmalar Gekonun ayaklarındaki mekanizmanın üstün bir mühendislik örneği olduğunu ortaya çıkarmıştır. Gerçekten de bu sürüngenin ayak yapısı tırmanmak için tasarlanmıştır.

Portland'taki Lewis & Clark Lisesi'nden çevre fizyologu Kellar Autumn ve California Berkeley Üniversitesi'nden bio-mühendis Robert Full tarafından kurulan ve Massatchusetts IS Robotics tarafından desteklenen bir ekip Gekonun nasıl tırmandığını mikroskobik açılardan incelemişlerdir.
Elde edilen sonuç bizlere bilimin gelişmesi sayesinde açığa çıkan bir yaratılış harikası ile karşı karşıya olduğumuzu göstermiştir. Gekonun ayaklarında, belki de sadece nükleer fizikçilerin haberdar olabilecekleri bir kuvvet mevcuttur.
Yapışmayı sağlayan faktör ayakların altında bulunan çok sayıda mikroskobik tüycüktür.
Gekonun tek bir ayağında yaklaşık 2 milyon kalın tüy vardır. Bu kalın tüylerin her biri bir ağacın dallara ayrılması gibi, çok daha minik 1000 tane tüycüğe ayrılır. Böylece Gekonun ayağındaki tüycüklerin sayısı 2 milyara ulaşır.
Bir insanın kafasında ise ortalama 100.000 adet saç teli vardır. Eğer saç tellerimizin sayısı Gekodaki tüycüklerin sayısına eşit olsaydı tüm bu saçlar ancak bir futbol sahası büyüklüğünde bir alana sığabilirdi. Tüycüklerin bu kadar çok sayıda olması kertenkelenin yüzeylere yapışması için özel olarak ayarlanmıştır.

Eğer sayıları az olsaydı kertenkele yüzeylere yapışamazdı. Çünkü tüycükler kertenkelenin bastığı yüzeyle hiçbir boşluk bırakmayan bir temas sağlar. Böylece Gekonun ayağıyla yüzey arasındaki temas o kadar yakın olur ki ortaya moleküler bir çekim kuvveti çıkar.
Uzmanlar bir Gekonun tam 120 kiloluk yapışma kuvveti oluşturduğunu hesaplamışlardır. Bu kuvvet Gekonun kendi ağırlığının tam 1200 katına eşittir. Bu durum 75 kiloluk bir insanın 90 tonluk bir kuvvetle tavana yapışabilmesi anlamına gelmektedir. Eğer bir insanın ellerinde Gekonun ayaklarındaki sistem olsaydı, hiçbir tutunma yeri olmayan bir tavana avuçlarıyla yapışarak, 9 tonluk bir kamyondan tam 10 tanesini taşıyabilirdi.


Geko kertenkelesi koşarken saniyede 15 defa ayaklarını yapıştırıp kaldırır. Yani bir ayak saniyenin onbeşte birinde bu müthiş kuvveti oluşturup tekrar serbest bırakabiliyor. Gekonun ayaklarının yapışmak için özel olarak tasarlandığı açıktır. Yapışmada kullanılan tüycükler tam da olması gereken sayıda ve tam da olması gereken yerdedir. Tırnaklarımızın sadece parmak uçlarında olması gibi tüycükler de Gekonun sadece ayak parmaklarının altındadır. Elbette bu mükemmel tasarım ne doğanın ne Gekonun eseri olabilir. Şüphesizdir ki, bu yaratılış göklerin, yerin ve ikisi arasındaki tüm canlıların Yaratıcısı Yüce Allah’a aittir.

Van der Waals kuvveti

Geko ayaklarında, belki de sadece nükleer fizikçilerin haberdar olabilecekleri bir kuvvet mevcuttur:

Hayvanın ayak parmakları, tıpkı bir kitaptaki sayfalar gibi ince doku yaprakları ile kaplıdır. Her bir yaprak "setae" adı verilen yüz binlerce kıl benzeri uzantılarla kaplıdır. Bir tek gekoda bu kıllardan 2 milyonun üzerinde sayıda mevcuttur. Bu staeler spatula benzeri yüzlerce uca ayrılmaktadır. Her bir ucun kalınlığı milimetrenin beş binde biri kadardır (bir bakteriden bile küçük).

Geko takımının üyeleri bir tane setae'yi ayırıp mikroskobik bir alıcıyla yapışkanlık gücünü ölçtüler. Gekonun ayaklarını uyararak araştırmacılar setayı alıcıya bastırdılar ve sonra geri çektiler. Ve bir tek setanın şaşırtıcı bir güçle çabalarına karşı geldi, bir karıncayı kaldırabilecek kadar bir gücü vardı.

Bu kıllar hayvanın topuklarına bakacak biçimde konumlandırılmıştır. Geko adım atarken, ayak tabanını yüzeye bastırır ve hafifçe geriye çekerek, kılların zemine maksimum düzeyde temas etmesini sağlar.

Bu esnada ayak ile yüzey arasında, moleküler düzeyde "Van der Vaals" adı verilen zayıf bir çekim kuvveti oluşur. Bu bağlar, bitişik iki atomun taşıdığı elektrostatik yükten kaynaklanır.

Bir atom pozitif yüklü çekirdeğin negatif yüklü elektron bulutuyla çevrilmesinden oluşur. Eğer çekirdeğin pozitif yükü elektronların negatif yüküne eşitse atom bir yük taşımaz. Ancak elektronlar çekirdeğin etrafında gelişi güzel dolaşırlar. Bazen hepsi çok kısa bir an için olsa dahi atomun bir tarafında toplanırlar. Bu durumda atomun bir tarafı geçici olarak negatif yüke sahipken diğer tarafı artı yüke sahip olacaktır. Bu değişken yükler çevredeki atomları da etkiler: Bir ağacın gövdesine değen bir setayı gözünüzde canlandırın. Şimdi setanın ucundaki atomun elektrik yüklendiğini ve pozitif yüklü tarafının ağaca yakın olduğunu hayal edin. Pozitif yük ağacın gövdesindeki en yakın atomların elektronlarını çekecek ve her iki atomu bir araya getirecektir.

Ayak dolayısıyla da kıllar, belirli bir açı ile kaldırılınca çekim kuvveti de ortadan kalkacak ve hayvan ilerleyebilecekti.

Van der Waals kuvveti sizin eliniz ve duvar arasında da vardır ama çok zayıftır. Atomik seviyede bakacak olursak elinizin yüzeyi dağlarla kaplı gibidir ve sadece tepedeki atomlar duvarla temas ederler. Ancak gekonun ayağındaki binlerce ıspatula ucu tıpkı bir tutkal gibi duvara yapışır.

Ancak eğer gekonun parmakları gerçek yapışkanla kaplı olsaydı (veya bir zamanlar bilim adamlarının sandığı gibi vantuzlarla) gekonun her ayağını kaldırdığında bu yapışkanlığı kırmak için çok fazla enerji harcaması gerekirdi. Ancak geko takımının bulgularına göre, gekonun duvara değdiği açıyı değiştirmesi ayağını çekmesi için yeterlidir.

Van der Vaals kuvvetini ortaya çıkaran faktör ayaktaki tüycüklerin konumu ve sıklıklarıdır.

Şimdi arkanıza yaslanıp düşünün. Bir kertenkelenin, değil sıradan bir insanın pek çok üniversite mezunun bile haberdar olmadığı bu kuvveti biliyor olması mümkün müdür?

Üstelik bu kuvvetten haberdar olmanın onu kullanılabilir hale getirmeye yetmediği de çok açık. Hayvanın ayağını her kaldırışında bu kuvvetin ortadan kalkması son derece önemli. Yoksa geko üzerinde bulunduğu zemini belki çok iyi kavrayacak ama, asla ondan ayrılamayacaktı.

Geko, tüycüklü bir yapı ile böyle bir kuvvetin oluşabileceğini hiç tahmin etmiş olabilir mi? Van der Vaals çekim kuvvetinin doğmasına neden olan tüylerin sıklık miktarı tesadüfen ortaya çıkabilir mi? Milimetre kareye düşen tüy sayısı aşama aşama ortaya çıkmış olabilir mi?

Milimetrekareye 2 milyon değil de 2 bin tüy düşen bir geko düşünün. Bu hayvanın ayağında yeterli Van der Vaals çekim kuvveti oluşmayacak ve hayvan tepe taklak yürümeye çalışırken baş aşağı düşecektir. Bu durumda işe yaramayan tüycüklü yapının gelecek nesillere taşınması evrim teorisince mümkün değildir.

Görüldüğü gibi gekonun ayağındaki bu mühendislik harikası yapının bir evrimsel süreç sonucunda ortaya çıkması imkansızdır. Geko da diğer tüm canlılar gibi, mükemmel bir biçimde, tek bir seferde yaratılmışlardır.

Geko Kertenkelesinin Ayağındaki Üstün Tasarımı Sunum Olarak İzlemek İçin Tıkla

25 Eylül 2010 Cumartesi

Dişlerin Oluşum Aşamasındaki Mucize


Dişler meydana gelirken milyonlarca hücre, önce kalsiyum depolayıp ardından yan yana gelerek büyük bir blok oluşturur. Bu bloğun şeklini de yine bloğu inşa eden hücreler belirlerler. Bu noktada büyük bir yaratılış mucizesi görülmektedir. Örneğin alt damakta bulunan hücreler, kendilerinden uzakta bulunan üst damaktaki hücrelerin nasıl bir şekil inşa ettiklerini adeta çok iyi bilirler. Her iki hücre grubu da ürettiği dev bloğu, kendisine karşı gelecek blokla birbirlerine en uygun şekilde üretirler. Böylece çene kemiği kapandığı zaman üst damakta bulunan bir azı dişi ile alt damakta bulunan bir azı dişi birbirlerine en uygun şekilde otururlar. Bu şekilde herhangi bir uyumsuzluk olması insan için rahatsızlık verici durumlar oluşturur. Ancak bu gerçekleşmez ve 32 kalsiyum bloğundan oluşan karmaşık yapı, birbirlerine en uygun şekilde inşa edilir.

Açıktır ki vücuttaki bütün hücrelere olduğu gibi dişleri oluşturan hücrelere de sahip oldukları özellikleri veren üstün güç sahibi Allah'tır. Her özelliğiyle Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluğu ve örneksizliği bizlere gösterir.

Biyolojik Kristal: Dişler

Önümüzde duran tabaktaki lezzetli bir salatayı veya meyveyi nasıl parçalanacağını ve öğütüleceğini hiç düşünmeden yeriz. Çünkü lokmaları ağzımıza attığımız an bunları öğüten ve küçük parçalara ayırarak kolayca yutmamızı sağlayan dişlerimiz var. Üstelik bu yiyecekler ne kadar sert olursa olsun dişlerimiz o kadar sağlamdırlar ki hiçbir zaman yemekleri çiğnerken onların kırılacaklarını düşünmeyiz. Oldukça sert yiyecekleri, hatta sert kabuklu meyveleri bile dişlerimizin yardımıyla kolayca parçalayabiliriz.

Dişlerimize bu sağlamlığı kazandıran, onlara son derece mükemmel bir yapı veren Yüce Allah'tır. Dişler Rabbimiz'in üstün ve kusursuz yaratışının delillerinden birini daha gözler önüne sermektedir.

Dişler düzenli ve iyi bir bakımla hayat boyu sağlam kalabilen bir yaratılış harikasıdır. Sağlam olmalarının yanında işlevsel ve estetik özelliklere de sahip olan dişler herşeyden önce, işlevlerine uygun bir dizilime sahiptirler; lokmayı ısırma ve koparmaya yönelik olarak ilk görevi üstlenen ön dişler, ağza alınan parçayı yutabilecek kadar küçük parçalara ayırmaya veya ezmeye yarayan küçük azı ve büyük azı dişleri… Ayrıca üstteki dişler ile alttaki dişler tam olarak birbirine uyumlu bir oturuşa sahiptir. Dişlerin bu şekilde düzgün bir biçimde oturmaması durumunda ise, lokmaları çiğneyip ezmemiz, pek kolay olmazdı. Dişlerin bu uygun ve sindirime uyumlu sıralanışı sayesinde ağzımız yüksek teknolojili öğütme araçları ile donatılmış gibidir.

Dişlerin estetik güzelliklerinin yanısıra bir diğer özellikleri ise biyolojik açıdan en sert malzemeden yapılmış olmalarıdır.

Sert Diş Minesi ve Esnek Dentin

Dişlere dayanıklılığını veren diş minesi kristal kadar serttir. Seramik benzeri bir yapıya sahip olan diş minesi, daha yumuşak olan dentine esnek bir şekilde bağlanmıştır. Bazı araştırmacılar dentin ve mineyi bir yatak üzerinde yer alan cam bir tabağa benzetirler. Bu iki malzeme en doğru sertlikte inşa edildiği için esnek dentin-mine bağlantısı, kişinin yaşamı boyunca çiğnerken ve öğütürken diş minesini kırılmaktan korur. Gerçekte dişin bu yapısı tek bir gen tarafından kodlanan, normalde bir araya gelmesi beklenmeyen bir çift protein tarafından desteklenmektedir.

Dişlerin Yaratılışı

Diş araştırmacıları, diş oluşumu ile ilgili yaptıkları çalışmalarda Yüce Allah'ın muhteşem yaratış sanatını ve bu yaratıştaki ince detaylarından bir tanesini daha gözler önüne seren bir gen ortaya çıkardılar. Bu gen, diş minelerinin ve dişin içerisinde daha yumuşak yapıdaki dentinin oluşumunda önemli rol oynayan (dentin sialophospho protein) DSP genidir. Diş oluşumunda kritik rol oynayan bu gen, tek bir protein açığa çıkarır, ancak bu protein (dentin sialoprotein) DSP ve (dentin phospho protein) DPP adı verilen zıt işlevlere sahip iki proteine bölünür. Söz konusu proteinlerden DPP kırılganlığa yol açan oyuk ve kireçli bir mine tabakası oluştururken, DSP minenin sertliğini ve oluşum hızını artırmaktadır. Başka bir deyişle bu iki proteinin tam belirtilen ölçülerde ve birbirini tamamlayan ince bir teknikle bir arada çalışması sonucu dişler ne çok kırılgan ne de çok yumuşaktır.

DSP ve DPP arasındaki mükemmel denge kritik dentin-mine bağlantısının hassasiyetini gözler önüne sermektedir. Çünkü dişlerin korunmasında etkin bir madde olarak görünen ve minenin dentinle olan bağlantısında çok ince bir tabaka halinde bulunan DSP, tüm mineden daha serttir. Eğer bu proteinin miktarı artırılırsa dişler daha kırılgan hale gelmektedir. Çünkü dişleri daha sert yapan ve çürümeye karşı koruyan florürün fazla miktarının dişleri zayıflatması gibi, DSP'nin de aşırı miktarının dişleri zayıflattığı ve kırılgan hale getirdiği saptanmıştır. Diğer taraftan DPP proteininin dişleri zayıflatan bir etkisinin olduğu bilinmektedir. Bu proteinin olması gerekenden fazla miktarda bulunması ise dişlerimizin çürüyüp dökülmesi anlamına gelir. Ancak Yüce Rabbimiz'in sonsuz ilmi sayesinde, DSP ve DPP arasında çok hassas bir denge kurulmuştur. Bu öyle hassas bir ayardır ki mineyi zayıflatıyormuş gibi görünen DPP proteini, sertliği artıran DSP proteini ile birleşerek uygun diş oluşumunu sağlamaktadır.

Her şeyi belli bir ölçü ile ve düzen içinde yaratan Yüce Allah DSP ve DPP arasındaki bu hassas denge ile yumuşak dentinin, daha dışarıdaki sert seramiğe benzer yapıdaki mine kaplaması ile güvenli bir biçimde birleşmesini sağlar. Yüce Allah bir Kuran ayetinde her şeyi bir ölçü ile yarattığını bizlere şöyle haber verir.

”...O'nun Katında herşey bir miktar (ölçü) iledir.” (Rad Suresi, 8)

Dişler Yaratılış Gerçeğine Önemli Bir Delildir

Evrimciler genellikle dişlerden kompleks olmayan bir maddeymiş gibi bahsederler. Bir hayvandan diğerine sözde nasıl evrimleştiklerini ya da geçiş formlarının nasıl olabileceğini hayal güçlerini kullanarak cevaplamaya çalışırlar. Bu konunun detaylı açıklamasına da yanaşmazlar. Örneğin diş minesinin ve dişin içerisinde daha yumuşak yapıdaki dentinin oluşumu için son derece önemli olan genin ve bu genin içeriğinde yer alan iki yönlü proteinlerin nasıl bir araya geldiklerini açıklayamazlar. Aslında dişlerin sadece küçük bir parçasının oluşumu için, çift-amaçlı bir genin bulunması büyük bir mucizedir. Çünkü hücresel bölünme mekanizması, genin yapısındaki özel proteinin tam olması gerektiği anda ve zincirde, olması gerektiği noktada iki parçaya bölünmesi gerektiğini bilmektedir. Daha ilginç nokta, bu proteinin hassas denge ile dentin ve mine arasındaki kritik bağlantıyı sağlamasıdır. DSP ve DPP proteinleri işini çok iyi bilen bir duvarcı ustası gibi çalışmaktadır. Bu noktada söz konusu proteinlerin dişin sağlamlığını kazanmak için evrimleştiklerini düşünmek oldukça büyük bir yanılgıdır. Bilinçsiz proteinlerin deneme yanılma yöntemi ile dişler için en uygun sertliği bulmaları, kendi kendilerini kontrol ederek bu hassas dengeyi gelecek nesillere aktarmaları elbette olanaksızdır. Bu mucize aşamaların hepsi Yüce Rabbimiz'in üstün ilminin delillerinden sadece bir tanesidir. Dişleri de, dünyadaki ve kainattaki her şeyi olduğu gibi Yüce Allah yaratmıştır.

Yüce Allah bir Kuran ayetinde tüm mülkün yalnızca Kendisi'nin olduğunu, onları bir düzen içinde belli bir ölçüyle yarattığını şöyle bildirmektedir:

“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)

22 Eylül 2010 Çarşamba

Kuran'da Dikkat Çekilen Hurma ve Faydaları

Hurma, Kuran'da pek çok ayette bahsi geçen, cennet nimetleri arasında "eşsiz-hurma" (Rahman Suresi, 68) ifadesiyle nitelendirilen bir meyvedir. Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu meyve incelendiğinde, pek çok önemli özelliği olduğu ortaya çıkmaktadır. Bilinen en eski bitki çeşitlerinden biri olan hurma, günümüzde lezzetinin yanı sıra besleyici özelliği nedeniyle de tercih edilen bir besindir. Her geçen gün keşfedilen faydaları hurmayı, hem gıda hem de ilaç olarak kullanılan bir besin haline getirmiştir. Hurmanın sahip olduğu bu özelliklere Meryem Suresi'nde dikkat çekilmiştir.

Derken doğum sancısı onu bir hurma dalına sürükledi. Dedi ki: "Keşke bundan önce ölseydim de, hafızalardan silinip unutuluverseydim." Altından (bir ses) ona seslendi: "Hüzne kapılma, Rabbin senin alt (yan)ında bir ark kılmıştır." Hurma dalını kendine doğru salla, üzerine henüz oluşmuş-taze hurma dökülüversin." Artık, ye, iç, gözün aydın olsun... (Meryem Suresi, 23-26)

Allah'ın, Hz. Meryem'e "hurma yemesini" bildirmesinin pek çok hikmeti vardır. Allah'ın Hz. Meryem'in doğumunu kolaylaştırmak için sunduğu nimetlerden biri olan hurmanın, özellikle hamile ve doğum yapan kadınlar için önemi ve faydaları, bugün bilimsel olarak da bilinmektedir. Hurma, içerdiği %60-65 oran ile en çok şeker içeren meyvelerden biridir. Doktorlar, hamile kadınlara doğum yaptıkları gün meyve şekeri içeren yiyecekler verilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Bunun amacı, annenin zayıf düşen vücuduna enerji ve canlılık kazandırmak, aynı zamanda da yeni doğan bebeğe gerekli olan sütün oluşabilmesi için, süt hormonlarını harekete geçirmek ve anne sütünü çoğaltmaktır.

Ayrıca doğum sırasında meydana gelen kan kaybı, vücut şekerinin düşmesine sebep olur. Hurma vücuda tekrar şeker girişinin sağlanması açısından önemlidir ve tansiyon düşmesini de engeller. Kalori değerinin çok yüksek olması sebebiyle hastalıktan güçsüz düşmüş ya da yorgun olan kimseler için özellikle çok faydalıdır.

Bu bilgiler, Allah'ın Hz. Meryem'e, hem kendisine enerji ve canlılık verecek hem de bebeğin tek gıdası olan sütün meydana gelmesini sağlayacak "hurma"dan yemesini bildirmesindeki hikmetleri ortaya koymaktadır. Örneğin hurma, insan vücudunun sağlıklı ve zinde kalabilmesi için hayati önem taşıyan 10'dan fazla element içermektedir. Bu nedenle günümüzde bilim adamları, insanın sadece hurma ve suyla yıllarca yaşayabileceğini belirtmektedirler. Bu konuda tanınmış uzmanlardan biri olan V. H. W. Dowson ise, bir hurma ve bir bardak sütün bir insanın günlük besin ihtiyacını karşılamaya yeteceğini söylemektedir.

Hurmada bulunan oksitosin maddesi de, modern tıpta doğumu kolaylaştırıcı bir ilaç olarak kullanılmaktadır. Oksitosin, doğumu kolaylaştırıcı etkisi nedeniyle pek çok kaynakta "rapid birth" yani "hızlı doğum" ifadesiyle tanımlanmaktadır. Doğum sonrasında ise anne sütünü artırıcı etkisiyle bilinmektedir. Oksitosin esas olarak beyinde salgılanan, doğum sancılarını başlatan bir hormondur. Doğum öncesi vücudun tüm hazırlıkları bu hormon sayesinde başlar. Hormonun etkisi, ana rahmini oluşturan kaslarda ve anne sütünün salgılanmasını sağlayan kas yapısındaki hücrelerde görülür. Doğum esnasında ana rahminin etkili olarak kasılması doğumun gerçekleşebilmesi için son derece önemlidir. Oksitosin de, rahmi oluşturan kasların çok güçlü bir şekilde kasılmasını sağlar. Ayrıca oksitosin, yeni doğmuş olan bebeğin beslenmesi için anne sütünün salgılanmasını başlatır. Hurmanın tek başına bu özelliği -oksitosin içermesi- bile Kuran'ın Allah'ın vahyi olduğunun önemli bir delilidir. Hurmanın tıbbi olarak faydalarının tespit edilmesi ancak yakın tarihlerde mümkün olmuştur. Halbuki Kuran'da yaklaşık 1400 sene evvel Allah'ın Hz. Meryem'e hamilelik döneminde hurma ile beslenmesini vahyettiği bildirilmektedir.

Ayrıca hurmada insan vücuduna bol miktarda hareket ve ısı enerjisi kazandıran, vücutta parçalanıp kullanılması kolay olan bir şeker türü bulunmaktadır. Üstelik bu şeker kan şekerini hızla yükselten glikoz değil, meyve şekeri fruktozdur. Özellikle şeker hastalarında kan şekerinin hızla yükselmesi, pek çok organı olumsuz olarak etkiler, ancak en çok hasar gören organ ve sistemler göz, böbrekler, kalp-damar sistemi ve sinir sistemidir. Gözde görme kaybına kadar varan rahatsızlıklar, kalp krizi, böbrek yetmezliği gibi pek çok ciddi hastalığın en önemli nedenlerinden biri, kan şekeri yüksekliğidir.

Hurma içerik olarak çok çeşitli vitamin ve minerale sahiptir. Lif, yağ ve proteinler açısından da çok zengindir. Hurmada sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum, demir, kükürt, fosfor ve klor da bulunmaktadır. Hurma ayrıca A vitamini, betakaroten, B1, B2, B3 ve B6 vitaminlerini de içerir. Hurmada bulunan vitamin ve minerallerin, normal insan vücudunda ve hamilelik zamanlarındaki faydalarından bazılarını ise şöyle sıralayabiliriz:

*Hurmanın besleyici oranının gücü, içerdiği uygun mineral dengesinden kaynaklanmaktadır. Hurmada, hamilelikte kadınların alması gereken bir B vitamini olan folik asit de bulunmaktadır. Folik asit (B9), vücutta yeni kan hücresi yapımında, vücudun yapı taşı olan amino asitlerin yapımında ve hücrelerin yenilenmesinde önemli görevler üstlenen bir vitamindir. Bu yüzden hamilelikte folik asit ihtiyacı belirgin şekilde artar ve günlük ihtiyaç iki katına çıkar. Folik asit seviyesi yetersiz olduğunda yapısal olarak normalden büyük, ancak işlevleri düşük alyuvar hücreleri meydana gelir ve kansızlık belirtileri ortaya çıkar. Özellikle hücre bölünmesinde ve hücrenin genetik yapısının oluşmasında önemli rol oynayan folik asit, hamilelik sırasında gereksinimi iki katına çıkan tek maddedir. Hurma da, folik asit açısından çok zengin bir besin türüdür.

*Öte yandan hamilelikte meydana gelen uzun süreli bulantı ve fiziksel tepkimeler nedeniyle potasyum eksikliği açığa çıkar ve bu durumda da potasyum takviyesi yapılması gerekir. Hurmada bol miktarda bulunan potasyum bu açıdan büyük önem taşıdığı gibi, vücuttaki su dengesinin korunmasında da son derece etkilidir. Ayrıca potasyum, beyne oksijen gitmesine de yardımcı olarak berrak düşünebilmeyi sağlar. Bununla beraber vücut sıvıları için uygun alkalik özelliği sağlar. Zehirli vücut atıklarını dışarı atması için böbrekleri uyarır. Yüksek kan basıncını düşürmeye yardım eder ve sağlıklı deri oluşumunu sağlar.

*Hurmanın içerdiği demir, kırmızı kan hücrelerinde bulunan hemoglobin sentezini kontrol eder ve bu da hamilelikte kansızlığın engellenmesini ve bebeğin gelişimi için hayati önem taşıyan kandaki alyuvarlar dengesinin uygun hale gelmesini sağlar. Bilindiği gibi alyuvarlar kanda oksijen ve karbondioksiti taşıyarak hücrelerin canlılığını sürdürmesinde rol oynarlar. Çok fazla demir içermesi sebebiyle, bir insan günde 15 tane hurma yiyerek vücudunun demir ihtiyacını karşılayabilir ve demir eksikliğinden kaynaklanan rahatsızlıklardan korunmuş olur.

*Hurmada bulunan kalsiyum ve fosfat ise, iskelet oluşumu ve vücudun kemik yapısının dengelenmesi için çok önemli elementlerdir. Hurma, içerdiği bol fosfor ve kalsiyum ile kemik zayıflığına karşı bünyeyi korur ve bu hastalıkların azaltılmasına yardım eder.

*Bilim adamları hurmanın stres ve gerginliği giderici etkisine de dikkat çekmektedirler. Berkeley Üniversitesi uzmanlarının yaptığı araştırmalar, sinirleri güçlendiren B6 vitamininin ve kasların çalışmasında önemli rol oynayan magnezyum mineralinin hurmada yüksek miktarda bulunduğunu ortaya koymuştur. Hurma ayrıca içerdiği magnezyum ile, böbrekler için de son derece önemlidir. Bir insan günde 2-3 tane hurma yiyerek vücudunun magnezyum ihtiyacını karşılayabilir.

*İçerdiği B1 vitamini ile sinir sisteminin sağlıklı olmasını kolaylaştırır. Vücuttaki karbonhidratların enerjiye çevrilmesine, protein ve yağların vücudun diğer ihtiyaçları için kullanılmasına yardımcı olur. B2 vitaminiyle de, vücudun enerji sağlaması ve hücrelerin yenilenmesi için protein, karbonhidrat ve yağların yakılmasına yardımcı olur.

*Hamilelikte A vitaminine olan ihtiyaç da artar. Hurma, içindeki A vitamini sayesinde, görme gücünü ve vücut direncini artırır, kemik ve dişlerin güçlenmesini sağlar. Hurma, betakaroten açısından da son derece zengindir. Betakarotenin hücrelere saldıran molekülleri kontrol altına alarak, kanseri önleyici özelliği vardır.

*Ayrıca diğer meyveler genellikle protein açısından yetersizdir, ancak hurma protein de içermektedir.17 Bu özelliği sayesinde vücudun hastalıklara ve enfeksiyonlara karşı korunmasını sağlar, hücreleri yeniler ve vücut sıvısını dengeler. Örneğin et de faydalı bir gıdadır ancak özellikle böyle bir dönemde taze bir meyve olan hurma kadar fayda vermeyebilir. Hatta böyle bir dönemde etin fazla tüketilmesi vücutta zehirlenmeye neden olabilir. Hazmı kolay olan, hafif sebze, meyve türü yiyeceklerin tercihi daha uygun bir seçimdir.

Hurma ile ilgili tüm bu bilgiler, Allah'ın sonsuz ilmini ve insanlara olan rahmetini ortaya koymaktadır. Görüldüğü gibi modern tıbbın ancak günümüzde tespit edebildiği hurmanın -özellikle de hamilelik dönemindeki- faydalarına Kuran'da 14 asır önce işaret edilmiştir.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Mükemmel Bir Meyve: İncir

"İncire ve zeytine andolsun" (Tin Suresi, 1)

Tin Suresi'nin birinci ayetinde Allah'ın incire "andolsun" şeklinde bildirmesi, bu meyvenin faydaları açısından son derece hikmetlidir.

İncirin İnsan Sağlığına Faydaları:

İncir herhangi bir meyve ya da sebzeye göre en yüksek lif içeriğine sahiptir. Sadece 1 adet kuru incir 2 gram lif sağlamaktadır, ki bu tavsiye edilen günlük ihtiyacın %20'si'dir. Son 10-15 yılda yapılan araştırmalar, bitkisel gıdalarda bulunan liflerin sindirim sisteminin düzgün olarak çalışması açısından çok önemli olduklarını ortaya koymuştur. Besin olarak alınan lifin sindirime yardımcı olduğu ve bazı kanser türlerinin riskini azaltmada etkili olduğu bilinmektedir. Beslenme uzmanları lif alımını artırmanın ideal bir yolu olarak, lif açısından zengin olan incir tüketimini tavsiye etmektedirler.

Lifli yiyecekler çözünür ve çözünmez olarak ikiye ayrılırlar. Çözünmez lif açısından zengin gıdalar, vücuttan atılacak maddelere su kazandırarak bağırsaklardan geçişi kolaylaştırlar. Böylece sindirim sistemini hızlandırırarak, düzenli çalışmasını sağlarlar. Ayrıca çözünmez lifli besinlerin kolon kanserine karşı koruyucu olduğu da tespit edilmiştir. Çözünür lif açısından zengin besinlerin ise kandaki kolesterol seviyesini %20'den fazla düşürdükleri ortaya konmuştur. Bu nedenle kalp hastalıklarının riskini azaltmak açısından büyük önem taşırlar. Eğer kanda fazla miktarda kolesterol varsa, bu kan damarlarında birikir ve kan damarlarının sertleşmesine, daralmasına yol açar. Kolesterol, hangi organın damarında birikirse o organa ait hastalıklar ortaya çıkar. Örneğin, kalbi besleyen atardamarlarda kolesterol birikimi olursa, göğüs ağrısı, kalp krizi gibi sorunlar oluşur. Böbrek damarlarında kolesterol birikimi ise, yüksek tansiyon ve böbrek yetmezliğine yol açabilir. Ayrıca çözünür liflerin alımı mideyi boşaltarak, kan şekerini düzenlemesi açısından da önem taşır, çünkü kan şekerindeki ani değişiklikler hayati riskler taşıyan rahatsızlıklarla sonuçlanabilir. Nitekim beslenmeleri lif açısından zengin olan toplumların kanser ve kalp hastalıkları gibi rahatsızlıklara daha az oranda yakalandıkları tespit edilmiştir.

Çözünür ve çözünmez liflerin her ikisinin birarada bulunması ise sağlık açısından ayrı bir avantajdır: Her iki lif türünün birarada bulunmasının, kanseri engellemede, tek başına olduklarından daha etkili olduğu ortaya çıkmıştır. İncirde her iki lif türünün -hem çözünür hem de çözünmez liflerin- birarada bulunması bu bakımdan inciri son derece önemli bir besin maddesi kılmaktadır.

George Washington Üniversitesi Tıp Merkezi'nde Hastalıklara Karşı Korunma Enstitüsü'nün başkanı Dr. Oliver Alabaster, incirden şu ifadelerle bahsetmektedir:

... burada gerçek anlamda sağlıklı ve yüksek lif oranına sahip bir besini ekleme imkanı bulunmaktadır. İncirleri ve diğer yüksek lif oranına sahip besinleri sıklıkla tercih etmek... ömür boyu sağlığınız açısından önem taşımaktadır.

California İncir Danışma Kurulu'na (California Fig Advisory Board) göre, meyvelerde ve sebzelerde bulunan antioksidanların insanları birçok hastalıktan koruduğuna inanılmaktadır. Antioksidanlar, vücudumuzdaki kimyasal reaksiyonlar sonucu oluşan veya dışardan alınan zararlı maddeleri (serbest radikalleri) etkisiz hale getirirler ve hücrenin tahrip edilmesini engellemiş olurlar.

Scranton Üniversitesi tarafından yürütülen araştırmada, kuru incirin, antioksidan bakımından zengin fenol bileşimine diğer meyvelere göre çok daha fazla sahip olduğu belirlenmiştir. Fenol, mikroorganizmaları öldürücü -antiseptik- bir madde olarak kullanılmaktadır. Scranton Üniversitesi'nde yapılan değerlendirmelere göre, İncirdeki fenol miktarı, diğer meyvelerle kıyaslandığında çok daha fazladır.

New Jersey'deki Rutgers Üniversitesi tarafından yürütülen araştırmada ise, kuru incirin içerdiği Omega-3, Omega-6 yağ asitleri (EFA: Essential fatty acids: vücut için zaruri yağlar) ile fitosterol (bitkilerde bulunan yağımsı madde) sayesinde kolesterolü düşürücü olarak da önem taşıdığı anlaşılmıştır.

Bilindiği gibi Omega-3 ve Omega-6 yağ asitleri vücutta üretilemezler ve gıdalarla alınmaları gereklidir. Ayrıca bu yağlar özellikle kalp, beyin ve sinir sisteminin sağlıklı şekilde işlev görmesi açısından vazgeçilmez öneme sahiptirler. Fitosterol ise, hayvansal gıdalardaki kalp ve damar sağlığı açısından tehlikeli olan kolesterolün yolunu tıkayarak kana karışmadan vücuttan atılmasını sağlar.

California İncir Danışma Kurulu tarafından "adeta doğanın en mükemmel meyvesi" olarak bahsedilen incir, insanoğlunun bildiği en eski meyvelerden biri olmasına rağmen, gıda üreticileri tarafından yeniden keşfedilmektedir. Çünkü besin değerinin yüksek olması, sağlık için faydaları, bu meyveye ayrı bir önem kazandırmaktadır.

İncir hemen hemen her özel diyetin parçası olabilir: İncir doğal olarak yağ, sodyum ve kolesterol içermediği ve yüksek lif oranına sahip olduğu için, kilo vermeye çalışan kişiler için de uygun bir besindir. Aynı zamanda incir, bilinen tüm meyvelere göre en yüksek mineral içeriğine sahiptir. 40 gram incir, 244 mg potasyum (günlük ihtiyacın % 7'si), 53 mg kalsiyum (günlük ihtiyacın %6'sı) ve 1.2 mg demir (günlük ihtiyacın %6'sı) içermektedir. İncirde kalsiyum oranı çok yüksektir; meyveler arasında kalsiyum içeriği açısından portakaldan sonra ikinci sırada gelmektedir. Bir kase kuru incir, bir kase süt ile aynı miktarda kalsiyum sağlamaktadır.

İncir, uzun süreli hastalıklardan sonra hızlı şekilde iyileşmeye yardımcı olan, güç ve kuvvet veren bir ilaç olarak da düşünülmektedir. Fiziksel ve zihinsel zorlanmayı ortadan kaldırır ve vücuda enerji ve güç sağlar. İncirin en önemli besin öğesi, tüm meyvenin % 51-74'ünü oluşturan şekerdir ve tüm meyveler arasında en yüksek şeker oranını içermektedir. Ayrıca incir, astım, öksürük ve soğuk algınlığı gibi durumlarda da tedavi amaçlı tavsiye edilmektedir.

Burada çok sınırlı olarak yer verdiğimiz incirin faydaları, Allah'ın insanlar üzerindeki rahmetinin bir göstergesidir. Rabbimiz zevkle yenen bu meyve içinde, insanın ihtiyacı olan maddeleri, onun sağlığına uygun bir denge ile, adeta paketlenmiş şekilde yararına vermektedir. Allah'ın bu özel nimetinin Kuran'da zikredilmesi de, incirin insanlar için önemine bir işaret olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) İncirin besin değerinin, insan sağlığı açısından öneminin, ancak gelişen tıp ve teknolojik imkanlarla tespit edilebilmesi, kuşkusuz Kuran'ın, herşeyin bilgisine sahip Allah'ın sözü olduğunun göstergelerinden biridir.

17 Eylül 2010 Cuma

Gelişmiş Bir Klima, Kusursuz Bir Algılayıcı: Deri

Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir.
(Mümin Suresi, 64)

Metrelerce uzunlukta ama tek parçadan oluşan bir doku düşünün; bu hem ısınmayı, hem de serinlemeyi sağlayacak özelliklere aynı anda sahip olan; sağlam ama aynı zamanda çok estetik, her türlü dış etkiye karşı çok etkin bir koruma sağlayan bir doku olsun.

İnsan vücudunu ve diğer tüm canlıların vücutlarını türlere göre bazı değişiklikler göstererek kaplayan deri dokusu yukarıdaki özelliklerin tümüne sahiptir.

Deri dokusu da, diğer pek çok yapı gibi, eksikliği durumunda insanın yaşamını tehlikeye atacak kadar önemli bir organdır. Derinin sadece bir bölümünün bile tahrip olması öncelikle vücutta önemli bir su kaybına sebep olacağı için ölüme yol açar. Bu özelliğiyle tek başına deri evrim teorisini çürüten bir organdır. Çünkü her organı tamam ama derisi henüz evrimleşmemiş veya kısmen ortaya çıkmış bir canlının hayatta kalabilmesi mümkün değildir. Bu da bize insanların da, hayvanların da tüm vücut parçalarının eksiksiz ve kusursuz olarak hep birlikte ortaya çıktığını yani yaratılmış olduklarını gösterir.

Birbirinden tamamen farklı yapılardan meydana gelen derinin alt kısmında yağdan oluşan bir katman vardır. Bu yağ katmanı ısıya karşı yalıtım görevi görür. Bu tabakanın üstünde deriye esneklik özelliğini veren ve büyük kısmı proteinlerden oluşan başka bir bölüm vardır.

Derimizin 1 cm altını kaldırdığımızda karşılaşacağımız manzara; işte bu yağların ve proteinlerin oluşturduğu, çok çeşitli damarların da bulunduğu estetik olmayan, hatta ürkütücü bile sayılabilecek bir görüntü olacaktır. Deri, bütün bu yapıları kapatıcı özelliği sayesinde hem vücudumuza çok önemli bir estetik katkıda bulunurken, hem de tüm dış etkenlerden korunmamızı sağlar ki sadece bu özelliği bile derimizin varlığının ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeter.

Derinin bütün fonksiyonları hayatidir. İşte bunlardan birkaçı:

Vücudun su dengesinin bozulmasını engeller: Üst derinin her iki tarafı da su geçirmez bir yapıya sahiptir. Derinin bu özelliği sayesinde vücuttaki su miktarının kontrolü sağlanır. Deri, kulaktan, burundan hatta gözden bile önemli bir organdır. Diğer duyu organlarımız olmadan yaşayabiliriz. Ama deri olmadan insanın hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü insan vücudunun en hayati sıvısı olan "su"yun deri olmadan vücutta tutulması mümkün değildir.

Dayanıklı ve esnektir: Üst deri yüzeyindeki hücrelerin önemli bir kısmı ölüdür. Alt deri ise canlı hücrelerden oluşur. Üst deri hücreleri bir süre sonra hücre niteliklerini kaybetmeye başlarlar ve 'keratin' adını verdiğimiz sert bir maddeye dönüşürler. Ölen bu hücreleri keratin maddesi birarada tutar ve vücudu koruyucu bir zırh oluşturur. Derinin daha sert ve kalın olması halinde koruyucu özelliğinin artacağı düşünülebilir. Ancak bu yanıltıcıdır. Eğer bir filin ya da gergedanınki kadar sert ve kalın bir deriye sahip olsaydık, oldukça hareketli olan bedenimiz bu yeteneğini yitirecek ve hantallaşacaktı.

Zaten hangi canlı türü olursa olsun deri hiçbir zaman gereğinden kalın olmaz. Derinin yapısında çok ölçülü, çok kontrollü bir plan vardır. Üst deri hücrelerinin sürekli öldüğünü ve bu işlemin belli bir yerde durmadığını düşünelim. Bu durumda derimiz kalınlaşmaya devam edecek bir süre sonra timsah derisi gibi kalın bir hale dönüşecekti. Ama hiçbir zaman böyle olmaz, deri hep gerektiği kalınlıktadır. Peki bu nasıl olur? Deri hücreleri nerede duracaklarını nasıl bilirler?

Deri dokusunu oluşturan hücrelerin nerede duracaklarını kendi kendilerine bulduklarını ya da bu sistemin tesadüfi bir şekilde oluştuğunu iddia etmek son derece mantıksız ve komik bir iddia olacaktır. Derinin yapısında apaçık bir bir tasarım vardır. Bu tasarımı oluşturan da hiç kuşkusuz ki alemlerin Rabbi olan, Tek ve Bir olan Allah'tır.

Sıcak havalarda vücudun serinlemesini sağlayan mekanizmaları içerir: Alt deriyi çok ufak kılcal damarlar sarmıştır. Bunlar sadece deriyi beslemezler, aynı zamanda derideki kan miktarını da kontrol ederler. Vücut ısısı arttığında damarlar genişleyerek gereğinden fazla sıcak olan kanın vücudun nispeten serin olan dış kısmından geçmesini ve ısının dışarı verilmesini sağlar. Vücudu serinleten bir başka mekanizma da terdir. İnsan derisi "gözenek" adı verilen deliklerle doludur. Gözenekler ter bezlerinin bulunduğu alt deriye kadar uzanırlar. Bu bezler kandan aldıkları suyu gözeneklerden geçirerek vücudun dışına atarlar. Dışarı atılan sıvı buharlaşmak için vücudun ısısını kullanır, bu da bir serinleme yaratır.

Soğuk havalarda vücut sıcaklığını korur: Soğuk havalarda derideki ter bezleri çalışmalarını yavaşlatır ve kan damarları daralır. Böylece deri altında kan dolaşımı azalacağından vücut ısısının dışarı kaçması engellenmiş olur.

Tüm bunların bize gösterdiği sonuç, insan derisinin hayatımızı kolaylaştırmak için özel olarak tasarlanmış mükemmel bir organ olduğudur. Deri hem korur, hem "klima" görevi görür, hem de esnekliği sayesinde hareket kolaylığı sağlar. Dahası, son derece estetiktir.

Bu tür bir derinin yerine sert, kalın ve kaba bir derimiz olabilirdi. Esnek olmayan, bu nedenle biraz kilo aldığımızda çatlayıp yarılacak bir derimiz de olabilirdi. Ya da yazın sıcaktan baygınlık geçirmemize, kışın kolayca donmamıza neden olacak bir deriye de sahip olabilirdik. Ancak bizi yaratan Allah, en konforlu, en kullanışlı ve en estetik şekilde deriyle bedenimizi kaplamıştır. Çünkü O, '...Yaratan'dır, kusursuzca var edendir, şekil ve suret verendir." (Haşr Suresi, 24)

Gelişmiş Bir Klima, Kusursuz Bir Algılayıcı: Deri

Bir tüyü ellediğinizde yumuşaklığını, bir kayayı tuttuğunuzda sertliğini hissedebiliyorsunuz. Çünkü deriniz bütün bunları algılayıp beyninize gereken sinyalleri göndererek sizin cisimleri kafanızda şekillendirmenizi sağlayacak özelliklerdedir.

İnsan derisinin altında yer alan dokunmaya hassas sinirler, olabilecek en iyi biçimde duyarlılaştırılmış ve vücuda dağıtılmışlardır. En çok sinir ucu, parmak uçlarında bulunur. Bu da size hareket kolaylığı sağlar ve hiçbir rahatsızlık vermez. Buna karşın daha "önemsiz" bölgelerde, örneğin sırt bölgesinde oldukça az sayıda sinir ucu vardır. Bu çok önemli bir avantajdır. Bunun aksinin olduğunu düşünelim: Parmak uçlarının son derece duyarsız olduğunu, tüm sinir uçlarının sırtta toplandığını varsayalım. Bu, kuşkusuz oldukça zorluk verici olurdu; elimizi doğru düzgün kullanamazken, sırtımıza temas eden en ufak maddeyi bile -mesela elbisemizin kıvrımlarını- hissederdik.

İnsan derisi birçok tabakadan oluşan, içinde algılayıcı sinirler, dolaşım kanalları, havalandırma sistemleri, ısı ve nem ayarlayıcıları bulunan, gerektiğinde bir kalkan gibi Güneş ışınlarından vücudu koruyan karmaşık bir organdır. Bu özellikleri nedeniyle insan, derisinin bir bölümünün tahrip olması durumunda hayati tehlike içine girebilir.

Birbirinden tamamen farklı yapılardan meydana gelen derinin alt kısmında yağdan oluşan bir katman vardır. Bu yağ katmanı ısıya karşı yalıtım görevi görür. Bu tabakanın üstünde deriye esneklik özelliğini veren ve büyük kısmı proteinlerden oluşan başka bir bölüm vardır.

Derimizin 1 cm altını kaldırdığımızda karşılaşacağımız manzara, işte bu yağların ve proteinlerin oluşturduğu, çok çeşitli damarların da bulunduğu estetik olmayan, hatta ürkütücü bile sayılabilecek bir görüntü olacaktır. Deri, bütün bu yapıları kapatıcı özelliği sayesinde hem vücudumuza çok önemli bir estetik katkıda bulunurken, hem de tüm dış etkenlerden korunmamızı sağlar. Derimizi bizim için hayati yapan görevlerinden birkaç tanesini saymak ve bunların üzerinde düşünmek derimizin varlığının ne kadar önemli olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.

İnsan derisi vücudun su dengesinin bozulmasını engeller, dayanıklı ve esnektir, kendi kendini yenileyebilir, vücudu zararlı ışınlardan korur, dış dünya ile olan bağlantıyı sağlar, soğuk ya da sıcak havalarda vücut sıcaklığını korur.

Her türlü ihtiyacı karşılayan gelişmiş bir klima ve hassas bir detektör gibi hareket eden insan derisi, hem görsel olarak sağladığı güzellikle hem de insanı koruyan özellikleriyle Allah tarafından yaratılmış bir nimettir. Tek bir özelliği için sayfalar dolusu kitaplar yazılan deri Allah'ın yaratışındaki ihtişamını bize bir kere daha göstermektedir.


8 Eylül 2010 Çarşamba

Antioksidanların Mucize Etkisi

Araba egzozu, sigara dumanı, güneş ışınları, çevre kirliliği, yiyecek ve içeceklerdeki koruyucular ve katkı maddeleri sürekli olarak hücrelere saldırarak onlara zarar verirler. Bu da kanser, kalp krizi gibi önemli hastalıkların oluşma riskini oldukça büyük bir oranda arttırır. Ancak vücutta yaşanan bu yıpratıcı etkilerin önlenmesi de yine Yüce Rabbimiz'in yaratma ilminin örneklerinden biri ile mümkün olmaktadır:

İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda yaşanan çarpıcı teknolojik gelişmeler, birçok yönden insan hayatını kolaylaştırırken, aynı zamanda birçok yeni zararlı maddeyi de beraberinde getirir. Hemen hemen her gün maruz kalınan bu çok sayıdaki zararlı madde ise bir süre sonra vücuda zarar veren oksidanların (okside olmuş moleküllerin) oluşmasına neden olur. Tıp dünyasında bu oksidanların zararlı etkilerini engellemenin, sağlıklı yaşam sürdürmenin ve hastalıkları önlemenin yolları üzerinde yapılan çalışmalar sık sık gündeme gelmektedir. Özellikle koruyucu hekimlik alanında sürdürülen çalışmalarda, doğal sebze ve meyvelerin insan vücudundaki etkisi her geçen gün daha da önem kazanmaktadır.

Vücudumuz Neden Meyve ve Sebzeye İhtiyaç Duyar?


Vücut için büyük risk oluşturan serbest radikallerin oluşumuna, petrokimya ürünleri, X ve UV ışınları, sigara dumanı, hava kirliliği hatta yiyecek ve içeceklerde bulunan koruyucular ve katkı maddeleri gibi bazı bileşikler neden olmaktadır.

Serbest radikallerin bir başka ortaya çıkma nedeni de oksijendir. Her ne kadar tüm hayati fonksiyonlar için gerekli olsa da, solunum yoluyla vücudumuza giren oksijenin insan sağlığı için tehlikeli bir yanı da bulunmaktadır. Oksijen olmadan besin yoluyla alınan ve tüm hayati fonksiyonlar için gerekli olan enerjinin açığa çıkması mümkün değildir. Ancak tıpkı oksijenle temas eden bir metalin zamanla paslanması gibi oksijenin hücrede kullanılması sırasında çevredeki moleküller de okside olabilir. Bu şekilde ortaya çıkan ve kontrol altında tutulamayan serbest radikaller hücrenin protein, yağ ve genetik materyal gibi önemli maddelerine saldırır. Hücre harap olurken kimyasal reaksiyonlar zinciri başlar ve bu reaksiyonlar sonunda da daha çok serbest radikal ortaya çıkar. Ayrıca insan vücudu yaşlandıkça antioksidan savunma sistemleri de gücünü sürekli kaybeder.

Hücrelerin kendi kendini tamir etme özelliği azalır. Tüm bu yıpratıcı gelişmeler sonucunda ise kanser, kalp krizi gibi hastalıkların oluşma riski artar.

Vücutta her gün yaşanan bu yıpratıcı etkinin ortadan kaldırılmasının en etkin yolu ise ancak Yüce Allah'ın benzersiz örneklerle donattığı doğadaki sebze ve meyvelerin tüketilmesidir.

Antioksidan içerikleri bakımından neden özellikle koyu renk sebze ve meyveler tavsiye edilir?

Bitkiler de insan derisi gibi güneşin zararlı etkilerinden korunmak için pigmentlerini artırırlar. Bunun sonucunda ise renkleri koyulaşır. Bitkilerin asıl antioksidan özellikleri ise pigment kısmında bulunur. Bu nedenle bir bitkinin rengi ne kadar parlak ve koyuysa o kadar antioksidan özellik taşıyor demektir.


Antioksidanları Tanıyalım…

Antioksidanlar, vücut hücreleri tarafından üretildiği gibi, gıdalarla da alınan bir grup kimyasal maddedir. Gıdalarla alınan en önemli antioksidanlar; betakaroten, E ve C vitaminleridir.

Antioksidanlar, hücrelere ve bağışıklık sistemine saldıran ve “serbest radikaller” diye adlandırılan moleküllere karşı koruyucu bir kalkan oluştururlar. Böylece serbest radikallerin yıkıcı etkilerini engeller, pek çok hastalığa ve erken yaşlanmaya neden olabilecek zincir reaksiyonları önlerler.

Antioksidanlar ve İnsan Sağlığı
  • İnsan vücudundaki her hücre, günde ortalama 10 bin serbest radikalin saldırısına maruz kalır.

  • Bazı uzmanlara göre antioksidan üretimi 25 yaşından itibaren yavaşlamaktadır. Bu nedenle ilerleyen yaşlarda daha fazla ek antioksidan alınmalıdır.
  • Sebzeler ve meyveler pişirilince antioksidan değerleri azalır. Bu nedenle buharda pişirme yöntemini tercih etmek en uygun olanıdır.

  • Antioksidanlar yalnızca sebze ve meyvelerde bulunmaz. Ayrıca balık yağı, süt ve süt ürünleri ile selenyum açısından zengin olan balıkta da bulunur.

  • Likopen, yaşlıların bedensel ve zihinsel sağlığını korumada ve pankreas kanseri gibi çeşitli kanser hastalıklarını önleme konusunda son derece etkili bir antioksidandır. Likopen açısından zengin nadir sebzelerden biri domatestir.

  • Enginar, antioksidan özellikleri nedeniyle karaciğer hastalıklarında tedavilere ek olarak verilebilmektedir. Enginarın başka bir mucizevi özelliği ise vücuttaki zararlı atıklar olan toksinleri temizleme yeteneğidir.

  • Üzüm çekirdeği, bağ dokusunu güçlendirir. Ayrıca üzümde bulunan ve antioksidan özelliği gösteren mineraller de vücudumuzdaki zararlı, hücrelerimizi güçten düşüren maddeleri yakalar ve kötü huylu kolesterolü engeller. Üzümün kabuğu, içeriği ve çekirdeğinin ortalama 20 civarında değişik antioksidan madde içerdiği belirtilmektedir.

Antioksidanlar İnsanlar İçin Özel Yaratılmıştır

Yüce Allah’ın kullarına büyük bir rahmeti olan sebze ve meyvelerin ortak noktası, yoğun antioksidan içerikleridir. Yapılan araştırmalar sonucu meyve ve sebzelerde antioksidan görevi gören yaklaşık 4 binden fazla bileşik olduğu saptanmıştır.

Bunların arasında ise özellikle A, C ve E vitaminleri, çinko, selenyum, koenzim Q10 ve melatonin; kanser, kalp hastalıkları, felç ve katarakt gibi hastalıkları önlemekte ve yaşlanma sürecini yavaşlatmaktadır. (Ancak bu noktada belirtilmelidir ki, antioksidanlar oluşmuş hastalığın tedavisini değil, hastalıkların önlenmesini sağlamaktadır.)

Aynı zamanda vücudumuzda da üretilerek cildi koruyan, halsizliği ve hafıza zayıflığını önleyen antioksidanlar, Allah'ın insanların yaşaması için kusursuzca yarattığı nimetlerden biridir. Yediğimiz tüm yiyecekleri yaratan Yüce Allah, yaşamımız boyunca ihtiyaç duyduğumuz tüm vitaminleri de bu yiyecekler içinde var etmiştir. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:

”Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız…” (Nahl Suresi, 18)

Antioksidanlara Örnekler

C Vitamini


Hücrelerdeki zararlı reaksiyonların oluşmasını engeller. Vücutta depolanamaz. Bu nedenle, düzenli olarak sebze ve meyve takviyesiyle almak gerekir.

Önemli Besin Kaynakları: Turunçgiller ve suları, kiraz, çilek, vişne, koyu yeşil sebzeler (ıspanak, kuşkonmaz, yeşil biber, Brüksel lahanası, brokoli ve diğer yeşil sebzeler), kırmızı ve sarı biber, domates ve domates suyu

E Vitamini

Yağda çözünen ve karaciğerde depolanabilen bir antioksidandır. Yaşlanmayı geciktirmek ve güneş yanıklarını iyileştirmek gibi birçok işlem gerçekleştirir.

Önemli Besin Kaynakları: Zeytinyağı, soya yağı, mısır ve ayçiçek yağı gibi bitkisel sıvı yağlar, fındık, tüm tahıllar, buğday ve tohumu, kahverengi pirinç, yulaf ezmesi, soya fasulyesi, bezelye, mercimek, koyu yeşil yapraklı sebzeler

Selenyum

Vücudu kanserden koruyabilen glutatyon peroksidaz adlı antioksidan enzimi aktive eder.

Önemli Besin Kaynakları: Yulaf ezmesi, kahverengi pirinç, tüm tahıllar, buğday tohumu, süt ve süt ürünleri, balık ve birçok sebze…

Beta Karoten

Serbest radikallerin oluşumunu önler.

Önemli Besin Kaynakları: Koyu turuncu, kırmızı, sarı ve yeşil renkteki çeşitli sebze ve meyveler (lahana, brokoli, ıspanak, domates, havuç, kayısı, kırmızı ve sarı biber ve greyfurt gibi)

4 Eylül 2010 Cumartesi

Tohumun Işığa Uzanan Mucizevi Yolculuğu

*Zifiri karanlık bir ortamda tohumdan çıkan filizler, toprak altında yollarını nasıl bulurlar?

*Topraktan çıkan bir filiz, kayanın veya büyük bir bitkinin gölgesi altında kalırsa, fotosentez yapabilmek için hangi yönteme başvurur?

*Hangi yöne gideceğini ve nasıl büyüyeceğini neye göre belirler?

*Bitkiler ışığı algılama konusunda neden hayvanlardan ve insanlardan daha avantajlıdırlar?

Tohumun bir bitkiye dönüşmesindeki ilk aşama filizlenmedir. Toprağın altında beklemekte olan tohum ancak ısı, nem ve ışık gibi faktörlerin bir araya gelmesiyle hareketlenip canlanır. Bundan önce ise adeta bir uyku halindedir. Zamanı geldiğinde uykusundan uyanır ve filizlenmeye başlar.

Tohumların Filizlenmek için iki Önemli ihtiyacı Vardır: Su ve Enerji


Olgun tohumlardaki embriyoların suyu bulunmaz. Metabolizmanın tekrar aktif hale gelmesi içinse yani büyüme işleminin başlayabilmesi için hücrelerde sulu bir ortama ihtiyaç vardır. Bu nedenle bir tohumun filizlenmesi için öncelikle suya ihtiyacı vardır.

Tohum yağmur veya sulama gibi yöntemlerle ıslandığında mutlaka oksijene de ihtiyaç vardır. Çünkü içindeki besinlerden oksijenli solunumla enerji ve ısı üretimine başlar. Uygun sıcaklık ise, enzimlerin maksimum hızlarda çalışmasını sağlar. Tohumun ıslanması ile önce tohum örtüsü şişer ve embriyo hücrelerinde bulunan enzimler faaliyete geçerek “giberellin” isimli yeni bir hormon salgılamaya başlarlar. Bu hormon, uyku durumunda kalmayı sağlayan absisik asitin etkisini ortadan kaldırır. Bu asitin etkisinin ortadan kalkması ile de sindirim enzimleri (alfa-amilaz) faaliyete geçer. Bu enzimler, besin deposu içindeki nişastanın parçalanarak şekere dönüşmesini sağlar. Ortaya çıkan şekerler embriyo hücreleri tarafından solunumda kullanılır ve böylece hücrelerin bölünmesi için gerekli enerji sağlanmış olur.

Tohumlar Büyümeye Başlıyor

Gereken koşullar sağlanıp da çimlenme başladığında tohum topraktan suyu çeker, embriyo hücreleri bölünmeye başlar ve daha sonra tohum kabuğu açılır. Filizlenme süresince bitkinin tohumdan çıkan ilk bölümü kökçüklerdir. Bitkilerdeki kök sisteminin ilk aşaması olan bu kökçükler sürekli sürgün verir ve toprakta aşağı doğru büyürler. Kökler büyüdükçe toprağı zorlamaya başlar ve yüksek derecede bir sürtünmeyle karşılaşırlar. Ancak hiçbir zarar görmezler.

Kökçüklerin gelişmesini, sap ve yaprakları üretecek olan tomurcukların gelişimi izler. Tohum toprak üstüne, ışığa doğru yönelir ve sürekli güçlenir. Toprağın üstüne çıkan filizin ilk gerçek yaprakları açıldığındaysa bitki, fotosentez yoluyla kendi besinini üretmeye başlar.

Buraya kadar anlatılanlar, aslında çok iyi bilinen, hatta sık sık gözlemlenen konulardır. Tohumların toprağı yararak içinden çıkmaları herkes için çok alışılmış bir görüntüdür. Ama tohumun büyümesi sırasında gerçekte bir mucize gerçekleşmektedir. Ağırlığı ancak “gram”larla ifade edilebilecek olan bir filiz, üzerindeki kilolarca ağırlıktaki toprağı delerek yukarı çıkarken hiç zorlanmaz. Tohumdan çıkan filizlerin tek amacı toprağın üstüne çıkıp ışığa ulaşmaktır. Çimlenmeye başlayan bitkiler incecik gövdeleriyle sanki boş bir alanda hareket ediyormuş ve üzerlerinde onca ağırlık yokmuşçasına, oldukça rahat bir şekilde, yavaş yavaş gün ışığına doğru yol alırlar. Ancak filizler bazen büyümek için uygun bir ortam bulamaz. Güneş ışığından yararlanamayacağı gölgelik bir ortamda büyümeye devam ettiğinde ise, fotosentez yapması zorlaşacaktır. Peki, böyle bir durumda bitki nasıl büyür?

Fototropizm: Işık Kaynağını Takip Eden Filizler

Tohumdan çıkan filizlerin en mucizevi özelliklerinden biri yeryüzüne çıktıklarında gölgelik bir ortamla karşılaşırlarsa hemen ışık kaynağına doğru büyüme yönlerini değiştirmeleridir. Fototropizm olarak bilinen bu işlem göstermektedir ki, filizler de ışığa duyarlı yön tayini sistemine sahiptir.

Hayvanlarla ve insanlarla karşılaştırdığımızda bitkiler, ışığı algılama konusunda daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü hayvanlar ve insanlar sadece gözleriyle ışığı algılayabilirler. Bitkilerdeki yön tayin sistemi ise son derece keskindir. Bu yüzden hiçbir zaman yönlerini şaşırmazlar.

Evinizdeki bitkileri daha karanlık ya da güneşi doğrudan almayan bir yere koyduğunuzda bir süre sonra güneşin geldiği yöne doğru döndüklerini görürsünüz. Bunun için kimi zaman yapraklarının boylarını uzattıklarına ve yapraklarının yönlerini değiştirdiklerine hatta kıvrıldıklarına şahit olursunuz. Bir filizin, toprağın altından çıkar çıkmaz ya da karanlık bir yere konulduğunda hemen güneşin geldiği yönü tespit edebilmesi ve bilinçli bir şekilde o yöne yönelebilmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bitkiler sahip oldukları ışığa ve yerçekimine dayalı kusursuz yön tayin yetenekleri sayesinde kolaylıkla bu başarıyı elde etmektedirler.

Bitkiyi Büyüten Uyumlu Çalışma

Çimlenme, küçücük bir cisimden metrelerce uzunluktaki ve tonlarca ağırlıktaki bir bitkinin oluşmasının ilk aşamasıdır. Yavaş yavaş büyüyen bitkinin kökleri yere, dalları yukarıya doğru uzanırken, içindeki sistemler de (besin taşıyacak sistemler, üremesini sağlayacak sistemler, bitkinin uzamasını, genişlemesini ve bunların durmasını kontrol eden hormonlar) hep birlikte ortaya çıkar ve hiçbirinin oluşumunda bir aksama ya da gecikme olmaz. Bitki için gerekli olan her şey aynı anda gelişir. Bu son derece önemlidir. Örneğin, bir yandan çiçeğin üreme mekanizması gelişirken, diğer yandan da taşıma boruları (besin ve su taşıma boruları) oluşmaktadır. Aksi takdirde, mesela çiçek üreme mekanizması oluşmayan bir bitkide, taşıma borularının hiçbir önemi olmayacaktır. Köklerin oluşmasının da bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir bitki neslini devam ettiremeyeceği için, ek mekanizmalar bir işe yaramayacaktır.

Görüldüğü gibi bitkilerdeki birbirine bağlı ve tam uyumlu olan bu mükemmel yapıda kesinlikle tesadüfen oluşamayacak bir plan vardır. Evrimci bilim adamlarının iddia ettiği gibi kademeli bir oluşum hiçbir şekilde söz konusu değildir.

Tohumlardaki Özel Yaratılış

Bir adet tohumu ve bununla birlikte yine bu tohumun büyüklüğünü, ağırlığını ve içerdiği moleküllerin karışımını içeren başka bir maddeyi belirli bir derinliğe gömelim ve bir süre bekleyelim. Cinsine göre gereken süre geçtiğinde, ektiğimiz tohumun, toprağı yararak yeryüzüne çıktığını görürüz. Oysa ne kadar beklersek bekleyelim diğer maddenin toprağın üstüne çıkışını göremeyiz. İster yüz yıl bekleyin, ister bin yıl bekleyin sonuç değişmeyecektir. Bu farkın nedeni tabii ki tohumlardaki özel yaratılıştır. Bitkilerin genlerine, bu işlem için gerekli bilgiler kodlanmıştır. Bitkilerde var olan tüm sistemler açıkça yaratılışı kanıtlar. Bütün detaylar bitkilerin rastlantılarla oluşmasının mümkün olmadığını, aksine bitkilerin ortaya çıkışında son derece kusursuz bir düzenin olduğunu gösterir.

Elbetteki böyle mükemmel bir düzen, herşeyi en ince ayrıntısıyla bilen ve meydana getiren Rabbimiz’in varlığının delillerinden sadece biridir. Bitkilerin yaşamındaki yalnızca ilk aşama yani tohumun oluşumu bile bize üstün güç sahibi Yaratıcımız olan Yüce Allah’ın yaratmasındaki benzersizliği açıkça göstermektedir.

Bitki Dünyası


Tohumlar filizlenmeye başladıklarında üzerlerindeki toprağın ağırlığı ya da önlerine çıkan başka bir engel onları toprağın üstüne, güneş ışığına ulaşmaktan alıkoyamaz. Filizlenmeye başlayan tohum, bir süre sonra fotosentez yaparak kendi besinini üretmeye başlar. Tohumun büyüme süreci içinde yavaş yavaş ana bitkinin küçük bir kopyası ortaya çıkar. Filizler toprağın üstüne doğru büyürken, kökler de fotosentez işlemi için hammadde toplamak üzere toprağın derinliklerine yayılırlar.

Meristem: Besin Kaynağını En İyi Şekilde Kullanan Büyüme Bölgeleri

Bitkiler ışığı algılayıcı sistemlerin yanı sıra hücre bölünmesinin gerçekleştiği özel büyüme bölgelerine de sahiptirler. Meristem olarak adlandırılan bu dokular, genellikle kök ve gövde uçlarında bulunurlar.

Her bitkinin şekli, meristem dokusunun büyüme yönüne göre belirlenir. Filizin gelişimi sırasında eğer büyüme bölgesindeki hücreler hep aynı şekilde büyürlerse bu, gövdenin düz olmasını sağlar. Eğer bu hücrelerin büyümesi bir kenarda fazla, diğerinde az olursa bitkinin gövdesi eğimli büyüyecektir. Bitkilerdeki büyüme eğer şartlar uygunsa, tüm bölgelerde aynı anda başlar.

Filizden çıkan bitkinin gövdesi acil ihtiyacı olan ışığa doğru ilerler. Öte yandan topraktan bitki için gerekli olan su ve mineralleri sağlayacak olan kökler de yer çekimini algılayan rehber sistemleri sayesinde büyümelerini en etkili biçimde gerçekleştirirler. İlk bakışta bitkilerin kök uzantılarının toprağın altına rastgele yayıldığı düşünülebilir. Oysa gerçekte kök uzantıları bu duyarlı sistem sayesinde kontrollü bir şekilde, hedeflerine kilitlenmiş füzeler gibi ilerler.

Bu mekanizmalarla kontrol edilen büyüme, bitkiden bitkiye farklılıklar gösterir. Çünkü her bitkide büyüme kendi genetik bilgisine uygun olarak gerçekleşir. Bu yüzden her bitkide maksimum büyüme oranları da farklıdır. Örneğin bir mısır sapı için maksimum büyüme süresi “altı hafta” iken, bir kayın ağacı için bu süre “çeyrek asır” olmaktadır. (Guy Murchie, The Seven Mysteries of Life, ABD, Houhton Mifflin Company, Boston, 1978, s.57) (bitkidunyasi.net)

Tahta görünümlü tohumlardan özel kokusuyla, lezzetiyle muazzam özellikte meyveler ve sebzeler çıkar. Meyvelerin, çiçeklerin ve sebzelerin bu özelliklerini belirleyen tohumdur. Tohumun toprağın altındaki uykusundan uyanışı ise filizlenmesi ile başlar. Filizlerin ışığa doğru uzanan yolculuğu Yüce Rabbimiz’in kusursuz yaratış delillerindendir.

Tohumun Düşündürdükleri


Bilindiği gibi, toprağın genel olarak çürütücü, parçalayıcı özelliği vardır. Ancak toprağın içindeki tohum ve milimetrenin yarısı inceliğindeki kökler hiçbir zarar görmezler. Aksine toprağı kullanarak sürekli gelişir ve büyürler.

Tohumun yarılıp içinden filizin çıkabilmesi için çok yüksek miktarda kuvvet gerekmektedir. Bu kuvvetin büyüklüğü, filizlerin asfalt kaldırımların kenarlarını çatlatarak çıktıkları düşünüldüğünde çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu etkili gücün kaynağı her bitkiyi oluşturan hücrelerin içinde bulunan hidrolik basınçtır. Bitkinin büyümesi için mutlaka gerekli olan bu basınç hücre duvarını esnetip, genişletme özelliğine sahiptir. Eğer bu özellik olmasaydı bitkilerdeki hücre büyümesi gerçekleşemezdi, yani tohum filizlenemezdi.

Pek çoğu küçük kuru tahta parçalarına benzeyen tohumlar, aslında içlerinde bitkilere ait binlerce bilgiyi barındıran genetik şifre taşıyıcılarıdır. İleride oluşturacakları bitkiler ile ilgili tüm bilgiler tohumların içinde saklıdır. Bitkinin kökünün ucundaki tüycükten, gövdesinin içindeki borucuklara, çiçeklerinden, vereceği meyveye kadar tüm bilgiler en küçük detaylarına kadar eksiksiz olarak tohumun içinde mevcuttur.

Biyomimetik: Uyluk Kemiğinden Paris Eiffel Kulesi'ne...

Bir mühendislik harikası olarak kabul edilen Eiffel Kulesi'nin tasarımına neden olan olay, kulenin inşaasından 40 yıl öncesine dayanır. Bu olay, o yıllarda İsviçre'nin Zürih şehrinde "uyluk kemiğinin anatomik yapısı"nı ortaya çıkarmayı amaçlayan çalışmadır.

1850'li yılların başında, anatomist Hermann Von MEYER, uyluk kemiğini kalça eklemine bağlayan parçayı inceliyordu. Uyluk kemiğinin leğen kemiğine oturduğu yer kendi ekseni dışındaki bir kıvrım üzerinde bulunmaktaydı. Von MEYER, dikey konumdayken 1 ton ağırlığı kaldırabilecek bir kapasiteye sahip uyluk kemiğinin içinin tek parça halinde değil, birbiri içine geçmiş kafes şeklindeki minik çubuklardan (trabeculae) oluştuğunu gördü.

1866 yılında İsviçreli mühendis Karl CULLMAN, Von MEYER'in laboratuvarını ziyaret etti. Anatomist MEYER, CULLMAN'a incelediği kemiğin bir bölümünü gösterdi. CULLMAN kemiğin, üzerinde oluşacak yük ve basınç etkisini azaltacak bir tasarıma sahip olduğunu fark etti. Bu tasarım kemiğin içindeki uzantıların, insan ayakta durduğunda kemiklere etki eden kuvvet hatları boyunca düzenlenmiş olmasıydı. Bir mühendis olan CULLMAN aynı özelliğin bir dizi çivi ve destek sistemi ile sağlanabileceğini düşündü. Daha sonra Eiffel Kulesi'nin inşası sırasında bu düşüncelerini uygulama fırsatı buldu.

Eiffel Kulesi de uyluk kemiğindeki gibi, demir kıvrımları, metal çivi ve desteklerden oluşan karışık bir kafes örgü ile inşa edilmiştir. Bu örgü sayesinde kule, rüzgarın eğme ve makaslama kuvvetleri ile oluşan basınca rahatlıkla dayanabilmektedir.



Kemiklerdeki kafes yapı bugün inşaat alanında kullanılan temel tekniklerden biri haline gelmiştir. Bu tekniğin kullanıldığı yapılarda hem malzeme tasarrufu sağlanmakta hem de yapının iskeleti kemikteki gibi sağlamlık ve esneklik kazanmaktadır.

Birçok mimar ve inşaat mühendisi çatı tasarımı yaparken kemiğin iç yapısından faydalanmıştır. Kafes yapı, kemiğin kaldırabildiği yük kapasitesini artırır ve büyük bir sağlamlık kazandırır. Kemiktekine benzer iğli yapılar sayesinde büyük alanları kaplayabilen sağlam çatılar yapılabilmektedir.


Eiffel Kulesi, uyluk kemiğinin başındaki yapıya benzer şekilde inşa edilmiştir. Bu tasarım sayesinde kule hem sarsılmaz bir özellik kazanmış hem de havalandırma problemini ortadan kaldırmıştır.


Eyfel kulesi nerededir; ne zaman yapıldı; kim yaptı; eyfel kulesinin yüksekliği ne kadar?

Çok kimse için Paris’in sembolü, arması anlamını taşıyan Eyfel Kulesi, Paris’te Champs de Mars’da yükselir. Yapısı demir-çelik olup, yüksekliği yaklaşık olarak 310 metredir. Tabanının kapladığı zeminden yükselen, taşıyıcı, destekleyici dört kolon, yükseldikçe içe doğru kıvrılır. Yaklaşık olarak 190 metre yükseklikte, tek bir kolon halini alır.Bu düzeyde bulunan platformda bir lokanta ve bir sinema vardır.

Halk, camla çevrelenmiş bir gözlem salonunun bulunduğu üçüncü platforma kadar kabul edilir. Buradan bakıldığında çevre 50 mil ötelere kadar görebilirler. Merkez asansörlerin her platforma açılışı bulunmaktadır. Ayrıca 1927 basamaklı bir merdiven de vardır.En tepedeki dördüncü platform halka açık değildir. Burada bir radyo istasyonu çalışmaktadır.

Kule, 1889 uluslararası Paris Sergisi dolayısıyla Alexandre Gustave Eiffel (1832-1923) tarafından yapılmıştır. Sergiyle ilgili öteki yapılar kalktıktan sonra da yerinde bırakılmıştır. O zamanki parayla bir milyon dolardan fazla paraya çıktığı bilinmektedir.

Washington Anıtı,Büyük Ehram, Hürriyet Anıtı da dahil, yeryüzündeki en yüksek yapılardan biridir.Sadece New Yorktaki Empire State Building ve Chrysler Building gökdelenleri Eiffel Kulesi’ni geçen yükseklikte yapılardır.

3 Eylül 2010 Cuma

Biyomimetik: Nilüfer Çiçeğinden Kristal Saray'a...

Londra'da, 1851'deki 1. Dünya Fuarı için yapılmış olan "Kristal Saray", cam ve demirin biraraya gelmesiyle oluşturulmuş bir teknoloji harikasıydı. Bu saray 35 m. yüksekliğinde ve yaklaşık 7.500 m2 lik bir alan kaplıyordu. Ayrıca 30 x 120 cm. ebadında, 200.000 den fazla cam panel içeriyordu.

Kristal Saray, Joseph Paxton adındaki bir peyzaj mimarı tarafından tasarlanmıştı. Paxton bu yapısında fikir olarak Victoria amazonica adındaki bir nilüfer çiçeğinden esinlenmişti. Bu nilüfer türü zarif görünümüne karşın, insanları bile üzerinde taşıyabilecek kadar kuvvetli, kocaman yapraklara sahiptir.

Paxton bu yaprakların altını incelediğinde, bunların kaburga benzeri bir yapı ile desteklenmiş olduğunu fark etmiştir: Yaprağın merkezinden çevreye doğru yayılan lif şeklinde uzantılar vardır. Bu uzantıların arası da daha ince çaprazlamasına yerleşmiş başka bir doku ile desteklenir. Paxton nilüfer yaprağındaki kaburgaya benzer yapıyı demir taşıyıcılarla, yaprağın asıl dokusunu ise cam ile özdeşleştirmiştir. Bu sayede, cam ve demirden yapılma, hafif ama aynı zamanda geniş bir alanı kaplayacak kadar sağlam çatılı bir bina yapmayı başarmıştır.

Nilüfer bitkisi Amazon nehrinin dibindeki bataklığın içinde büyümeye başlayarak nehrin yüzeyine doğru uzanır. Amacı yaşayabilmesi için gerekli olan ışığa ulaşmaktır. Suyun yüzeyine vardığında büyümesini durdurur. Hemen ardından burada üstü dikenli yuvarlak tomurcuklar oluşturmaya başlar. Tomurcuklar birkaç saat gibi kısa bir sürede, boyu neredeyse iki metreye varan dev yapraklara dönüşürler. Çünkü ne kadar bol yaprakla nehrin üzerini kaplanırsa o kadar çok güneş ışığından yararlanılarak fotosentez yapılacaktır.

Nilüfer bitkisinin ihtiyaç duyduğu bir başka şey de oksijendir. Ne var ki bitkinin köklerinin bulunduğu çamurlu nehir yatağında oksijen yoktur. İşte bu sebeple nilüferler, köklerinden çıkan sapları yukarıya, yapraklarının bulunduğu su yüzeyine doğru uzatırlar. Kimi zaman boyu 11 metreye varan bu saplar yapraklara bağlanır ve yaprakla kök arasında oksijen taşıyan bir kanal görevi görürler.

Acaba bir nehrin derinliklerinde yaşama yeni başlayan tomurcuk, ışığa ve oksijene ihtiyaç duyduğunu, noksanlığı durumunda yaşayamayacağını, ihtiyacı olan şeylerin suyun üzerinde mevcut olduğunu nereden bilir? Yaşamaya yeni başlayan bir varlık, ne o suyun bir bitiş noktasının olduğundan, ne güneşin, ne de oksijenin varlığından haberdardır.

Dolayısıyla evrimcilerin mantığıyla bakarsak, bu bitkilerin çoktan ortam şartlarına yenik düşmüş, soylarının tükenmiş olması gerekirdi. Oysa nilüferler tüm mükemmellikleriyle bugün de karşımızdadır.

Hiç kuşku yoktur ki arka arkaya gelen tüm bu kusursuz ve ince hesaplanmış planlar herşeyden habersiz bir nilüfer tomurcuğunun eseri değil, onu yaratan Allah'ın sonsuz aklının eseridir. Burada özetle anlatılan tüm bu detaylar, kainattaki her varlık gibi bitkileri de yaşamaları için en uygun sistemlerle birlikte Allah'ın yarattığını bize gösterir.

Amazon nilüferleri suyun üzerindeki ışığa ve oksijene ulaştıktan sonra, dev yapraklarının sularla dolup batmaması için kenarlarını yukarıya doğru kıvırırlar. Aldıkları tüm bu tedbirlerle yaşamlarını devam ettirebilirler ancak soylarının devamlılığı için daha fazlasına ihtiyaçları vardır. Polenlerini başka bir nilüfere taşıyacak bir canlıya ihtiyaç duyarlar. Bu canlı, kınkanatlı böceklerdir çünkü kınkanatlılar beyaz renge karşı özel bir zaafla yaratılmışlardır. Dolayısıyla da konmak için Amazon nehrinin onca cazip çiçeğinin yanında bembeyaz olan bu nilüferleri seçerler. Amazon nilüferleri de soylarının devamlılığını sağlayacak olan bu konukları geldiğinde, tüm yapraklarını kapatarak, kaçmamaları için onları hapseder ve onlara bol bol polen ikramında bulunurlar. Onları ertesi geceye kadar alıkoyduktan sonra serbest bırakır ve tekrar aynı polenleri kendi üzerlerine getirmemeleri için renklerini değiştirirler. Bembeyaz olan bu görkemli nilüferler artık pespembe olarak Amazon nehrini süslemeye başlarlar.

2 Eylül 2010 Perşembe

Biyomimetik: Bitkilerden Örnek Alınan Kubbe Tasarımı

Mimari tasarımlar yapılırken doğadaki örneklerden yararlanmak günümüzde son derece yaygın olan bir yöntemdir. Çünkü doğadaki tasarımlar her yönden kusursuzdur. Enerji tasarrufu, estetik, kusursuz işlevsellik, sağlamlık gibi mimari bir tasarımda olması gereken bütün özellikler doğadaki örneklerinde eksiksiz olarak mevcuttur. Her ne kadar insanların karşısında örnek almaları için çok üstün sistemler bulunsa da bunların taklitleri hiçbir zaman asılları kadar iyi ve pratik olamamaktadır.

Doğada var olan tasarımın taklit edilebilmesi ve mimari yapılarda uygulanabilir hale gelmesi için yüksek derecede mühendislik bilgisi gerekmektedir. Oysa doğadaki canlılar ne yapı statiği, ne de mimari tasarım bilgisine sahiptir. Böyle bir eğitim alma imkanları da yoktur.

İnşaat ve mimaride genellikle yaygın ve düz yüzeyler tercih edilir. Oysa doğada bu tip yüzeylere daha çok eğrisel yerleşmiş lifler arasında rastlayabilirsiniz. Örneğin muz bitkisi böyle bir yapıya sahiptir. Mimarlar ve inşaat mühendisleri muzun bu formunu kullanarak 'jeodezik kubbe' olarak adlandırılan yapı tarzını geliştirmişlerdir. Jeodezik kubbe sayesinde, büyük mekanları az malzeme kullanarak kapamak mümkün olmuştur. Üstelik mekanın içi bol miktarda gün ışığı alabilmekte ve sistem çok çabuk bir şekilde monte edilebilmektedir. Bu nedenle bu yapı daha çok sera ve fuar alanı inşasında uygulanmaktadır.

Işınlıların Kubbe Mimarisine Örnek Olan Tasarımları

Suda yaşayan organizmalar olan ışınlılar ve diatomlar eşsiz birer mimari yapı kataloğu niteliğindedirler. Birçok mimar projelerini bu canlılardan esinlenerek hazırlamaktadır. 1976'da Kanada'nın Montréal şehrinde kurulan EXPO 76 fuarındaki ABD pavyonu bu yapılara bir örnektir. Pavyonun kubbesi tasarlanırken ışınlılardan esinlenilmiştir.


1 "Biyonik, Doğayı Kopya Etmektir", Science et Vie'den Çev. : Dr.Hanaslı Gür, Bilim ve Teknik Temmuz 1985, s. 21