2 Temmuz 2011 Cumartesi

İnsana Faydalı Mikro Canlılar Bağırsak Bakterileri

Bağırsaklarımızda birçok bakteri çeşidi içeren küçük bir ekosistem bulunmaktadır. Bu bakterilerin her çeşidinin görevi farklıdır ve besinlerin sindirilmesinden, vitaminlerin emilmesine kadar her türlü işi yerine getirmektedirler. Bağırsaklarda yaşayan bu bakterilere genel olarak Escherichia coli adı verilmektedir. Escherichia coli, tek bir kromozom sarmalında yaklaşık olarak 5.000 gene sahiptir.
Bu da yaklaşık olarak 3 harften oluşan 1 milyon kodona eşittir. (Kodon, ATCG harflerinin biraraya gelmesiyle meydana gelen DNA şifresinde sadece 3 harften oluşan anlamlı kelimelerdir. Kodonlar, birleşerek anlamlı cümleleri, yani genleri oluştururlar.) Yani bir milyon tane özel olarak kodlanmış şifre, bakterinin tüm özelliklerini ve yapacağı tüm faaliyetleri belirlemektedir. Söz konusu bakterinin DNA'sında taşıdığı bu olağanüstü bilginin miktarı ve niteliği evrimci bir kaynakta şu şekilde ifade edilmiştir:
DNA şifresi, hücreye bilgiyi ileten genetik bir dildir. Hücre her fonksiyonunu denetlemek için DNA bilgilerini kullanan çok karmaşık bir yapıdır. Tek hücreli bir bakteri olan E. coli'nin DNA'sındaki bilgi miktarı gerçekten çok fazladır. Dünyanın en büyük kütüphanelerinin herhangi birindeki tüm kitapların içerdiği bilgiden çok daha fazladır...
(...) E. coli hücrelerindeki DNA harflerinin dizilimi çok özeldir. Biyolojik işlevin yerine getirilmesini yalnızca bu özel dizilim sağlayabilmektedir.
Bu canlının söz konusu işlemleri nasıl meydana getirdiği ve bu simbiyotik yaşamdan bir fayda elde edip etmediği ise tam olarak bilinmemektedir. Bakterilerin edindikleri faydalarla ilgili elde edilen tek bilgi bu canlıların bazılarının bağırsak hücrelerine kendi gereksinimlerini ileterek, onların şeker salgılamasını sağladıkları ve bu şekeri besin olarak kullandıklarıdır. Bakterilerin edindikleri faydalarla ilgili bilinenler bu kadardır, ama bu ortak yaşamın insana son derece önemli etkileri vardır. Bakteriler, insan bağırsağında bulundukları süre boyunca sindirim ve vitamin emilimi gibi birtakım işlemler gerçekleştirirken aynı zamanda zararlı bakterilerin hastalık yapmalarını da engellerler. Bakterilerin yardımı ile bağırsaklar, işlevsellik kazanırken, bağışıklık sistemi de güçlenir.

Bu bakteriler, insanda ve bazı memeli hayvanlarda K vitaminini üretme görevi de üstlenmişlerdir. K vitamini insanlar ve geviş getiren bazı canlılar için son derece büyük bir öneme sahiptir. Çünkü bu canlılar K vitaminini yiyeceklerden alamazlar. Oysa vücudun bu vitamine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç bakteriler sayesinde sağlanır. Bakteriler, canlının vücuduna aldığı sebzelerdeki selülozu parçalayarak sindirilebilir, glikoz haline getirir ve vücuda K vitamini sağlarlar.

Yapılan bu işlemler elbette son derece detaylı ve hayati önemi olan kimyasal işlemlerdir. Bu işlemler yeryüzünde varolan her insanda aynı kusursuzluk ve aynı mükemmellikle yine bakteriler tarafından gerçekleştirilir. Ancak bu işlemlerin o kadar çok detayı vardır ki, bunların hepsi, sırrı günümüzde bile halen çözülememiş ayrı birer şuur gösterisidir. Dünyaca ünlü evrimci dergilerden New Scientist'de, bakterilerin şuurlu davranışları sırasında ortaya çıkan "bilinmeyenler" şu şekilde sıralanmıştır:
Son 10 yıldır mikroplar ile vücut arasındaki "iyi huylu" ilişki konusunda kafa yoran mikrobiyologlar, komensal (aynı sofrada yemek yiyen) bakterilerin gizini henüz çözmüş değiller. Bu bakterilerin bir kısmının bağırsakların iç çeperlerinde yer aldığı, diğer kısmının ise çeşitli çatlak ve yarıklarda yerleştiği biliniyor. Ancak bu konuda bilinmeyenler bilinenlerden daha fazla. Bilim adamlarının henüz yanıtlayamadıkları pek çok soru var. Dünyaya yeni gelen birkaç saatlik bir hayvanın bağırsaklarını hedef alan bu mikroplar nereye yerleşeceklerini nasıl kestiriyorlar? Ve yerleşecekleri bölgeyi ele geçirince, üstlerine gelen yeni bakterilere karşı mevzilerini nasıl koruyorlar? Ayrıca yıllarca bizimle birlikte barış içinde yaşayan bu mikroorganizmaların birdenbire bize karşı cephe almalarının ve ölümcül hastalıklara yol açmalarının nedeni ne? Hepsinden önemlisi, bağışıklık sistemi bağırsakların bu mikroskobik sakinlerine karşı niçin savaş açmıyor?
Bu önemli soruların dışında dikkat etmemiz gereken bir başka önemli nokta daha vardır. Bilindiği gibi bakteriler çok hızlı çoğalabilen canlılardır ve bulundukları ortamda, şartlar eğer müsaitse, birkaç saat içinde sayıları milyonları bulabilir. Söz konusu durumun insan vücudundaki bu bakteriler için de geçerli olması gerekmektedir. Nitekim insan vücudundaki ortam, bakterilerin üremelerine uygundur. Onların da türdeşleri gibi kısa bir süre içinde aşırı derecede çoğalmaları ve bağırsakları neredeyse tümüyle istila etmeleri gerekmektedir. Peki acaba böyle bir sorun ile karşı karşıya mıyız? Bağırsaklarımıza yerleşen E. coli bakterisi için böyle bir durum söz konusu değildir. Bu bakteri 20 dakikada bir ikiye bölünür ve bu çoğalmanın ardından da ortaya çıkan bakterilerin de pek çoğu ölür. Eğer böyle olmasaydı E. coli hücreleri 20 dakikada bir durmadan bölündüklerinde tüm dünyayı kaplayacak hacme 43 saatte ulaşacaklardı. Hiçbir zaman böyle bir sorunla karşılaşmayız, çünkü burada yaşayan bakterilerin aralarında besin için büyük bir yarış vardır. Yarışı kazanamayanlar ölmek zorundadırlar. Ayrıca bakteriler vücuttaki antibiyotiklere de karşı koyamazlar.

Bağırsaklardaki bakteri dengesi işte bu şekilde sağlanır. Yaşamını sürdürenler ise, insanın sindirimi için gerekli miktarı oluştururlar. Bu sayı milyarlarca yıldır insanların tümünde ayarlanmış ve belirlenmiş bir sayıdır. Hiçbir insan bedeninde, bağırsakta bulunan bu bakterilerin tamamı ölmemiş ya da kontrolsüz bir çoğalma meydana gelmemiştir, çünkü bu canlılar insana fayda getirebilmek için özel olarak yaratılmışlardır. Yaptıkları işlerden sayılarına kadar her türlü detay, onları yaratan Allah'ın dilediği ve belirlediği şekildedir. Bu kontrolü sağlayan, nerede, ne zaman ve hangi sayıda durmaları gerektiğini bilen ve planlayan Allah'tır.

10 Haziran 2011 Cuma

Güvercinlerde Manyetik Konumlandırma Sistemi

Yapılan son bir deney, posta güvercinlerinin yön bulmada dünyanın manyetik alanından faydalandıkları teorisi için önemli destek sağladı.İnsanlar, mesajlarını uzaktaki alıcılara ulaştırmada eski çağlardan beri güvercinlerden faydalanmıştır. Örneğin güvercinlerin, 1150 yılında Bağdat’ta mesaj iletme amaçlı kullanıldığına dair kayıtlar bulunmaktadır.
Dünyaca ünlü Reuters haber ajansının kurucusu Paul Reuter, 1850 yılında Belçika’nın Brüksel kenti ile Almanya’nın Aachen kenti arasında, 45 güvercinden oluşan bir filo ile haber ve borsa tahvil fiyatlarını dağıtmıştır.

Posta güvercinleri çok uzun mesafeleri katedebilirler. Daha sonra evine dönmeyi başaran bir güvercin için, en uzağa uçma rekoru 1689 mil (yaklaşık 2719 km) Bilimsel adı Columba Livia olan güvercinlerin nasıl olup da evlerinin yolunu tekrar bulabildikleri sorusu, bugüne kadar bir gizem oluşturuyordu. Muhtemel açıklamalar arasında güçlü bir koku duyusu ile manyetik alanları algılama yeteneği ön plana çıkıyordu. Bilim adamları onyıllar süren çalışmalardan sonra, güvercinlerin gerçekten manyetik alanları algılama yeteneğine sahip olduğunu ortaya çıkardılar.

Chapel Hill’deki Cornell Üniversitesi’nden Cordula Mora ve arkadaşları, güvercinleri bir tünelin içine koydular. Bunun çatısında bulunan bir manyetik halka, çalıştırıldığında tünelin merkezinde maksimum seviyeye ulaşan bir manyetik alan oluşturuyordu. Mora, dört güvercini, manyetik alan çalışıyorken tünelin bir tarafında; çalışmıyorken ise diğer tarafında tüneyecek şekilde eğitti. Daha sonra güvercinlerin manyetik alanı tespit yeteneğini ölçtü. Bu amaçla yaptığı 24 denemede, güvercinlerin doğru tercihlerinin oranı 55% ila 65% arasında gerçekleşti. Daha önceleri araştırmacılar güvercinlerin gagalarının üstünde manyetit kristalleri bulmuşlardı. Bu bölgenin, kuşun manyetik yeteneklerinin karargahı olup olmadığını test etmek için, Mora her bir kuşun gagasına, manyetik alanları tespit etme yeteneklerini zayıflatacak şekilde minik mıknatıslar monte etti. Bunun sonucunda, kuşun manyetik alanı tespit yeteneğinde belirgin bir düşüş yaşandı. Başarı oranı 50%’nin altına indi. Ancak kuşun, mıknatısın sebep olduğu şaşırtmaya uyum sağladığı ve başarı oranının buna paralel olarak tekrar yükseldiği gözlendi.

Ancak gagalara manyetik olmayan (örneğin pirinç madeninden yapılmış) malzemeler monte edildiğinde manyetik alanı tespit başarısı bundan etkilenmedi. Aynı şekilde, koku sinirlerinin kuşların gaga bölgesine yapılan cerrahi müdahele ile kesilmesi de söz konusu yeteneği zayıflatmadı. Bu bulgular, güvercinlerin, Dünya'yı çevreleyen manyetik alana göre konumlarını belirledikleri teorisini güçlendirdi.

Göçücü kuşların; Güneş, Ay, yıldızlar ve yüzey şekillerindeki hatırlatıcı işaretler gibi diğer görsel ipuçlarından yararlandıkları biliniyordu. Şimdi Mora, bunlara dünyanın manyetik alanını da ekleyerek bunun, hedefi şaşmaz bir yön belirleme yeteneğine katkıda bulunduğunu belirtiyor ve şöyle söylüyordu:

“Dünya üzerindeki her nokta, manyetik eğilim ve manyetik yoğunluğuna ait özel bir kombinasyona sahiptir. Bu da, güvercine varacağı hedefe göre hangi konumda olduğunu bilmede yardımcı olur”.

Diğer araştırmacılar da bu bulgunun, güvercinlerin duyu sistemlerini anlamada büyük bir adım olduğu yorumunu yapıyorlar.

Öte yandan, bu son çalışma ile aydınlanan manyetik konumlandırma sistemi, üstün teknolojiye dayalı bir sistemi de çağrıştırmakta.

Küresel Konum Belirleme Sistemi

Güvercinin manyetik konum belirleme sistemine bakıldığında, akla hemen Küresel Konum Belirleme Sistemi (Global Positioning System-GPS) gelmektedir. Küresel Konum Belirleme Sistemi, herhangi bir şeyin tam yerini belirlemede kullanılan bir uydu takip sistemidir. Bu sistemde, en az 24 adet uydudan meydana gelen bir uydu takımı kullanılmaktadır. Amerikan Savunma Bakanlığı tarafından tasarlanmış ve kontrol edilmekte olan GPS, kullanımı herkese açık, ücretsiz bir sistemdir. Sistemin üç elemanı vardır: uzay, kontrol ve kullanıcı. Uzay elemanı GPS uydularını ifade eder. Kontrol elemanı ise yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki yer istasyonlarını belirtir. Bu istasyonlar, uyduların seyir yollarını izler, uydularda bulunan hassas saatleri birbirleri arasında uyumlandırır ve uydulara, iletecekleri bilgileri yükler. Kullanıcı elemanı ise GPS alıcısından meydana gelir. Bir GPS alıcısı, birkaç uydudan gelen zaman sinyali iletilerini çözümler ve konumunu hesaplar. Bu hesaplama, trilaterasyon ismi verilen bir yöntemle yapılır.

Trilaterasyon, geometri kullanarak objelerin nisbi konumlarını hesaplama yöntemidir. Çemberlerin geometrisinin yardımıyla yapılan bu hesaplama en az üç referans noktasının yerinin bilinmesini gerektirir. Aşağıdaki şekle bakıldığında bu hesaplamaların mantığı hemen kavranabilir:

Yandaki şekilde, P1, P2 ve P3 noktalarının arasında bir yerlerde geziyor olduğunuzu ve bu noktalara göre tam konumunuzu bilmek istediğinizi farzedin. (Bu aşamada, farklı renklerde görülen çemberleri yok sayın. Sadece P1, P2 ve P3 noktalarını gördüğünüzü düşünün). Eğer sizi arayan birisine sadece “P1, P2 ve P3 noktaları arasında bir yerdeyim” derseniz tam konum belirtmiş olmazsınız. Ancak bu üç noktaya olan uzaklığınızı biliyorsanız, kesin bir konum belirtmeniz mümkün olabilir. Bunun için şu aşamalar yeterlidir: r1’in hesaplanması, konumunuzu pembe çemberin alanına indirir. Daha sonra, r2’nin ölçülmesi, muhtemel konumunuzu iki noktaya indirger: A ve B. Ve son olarak r3’ün ölçülmesi ile B noktasında olduğunuz kesinleşir. Böylece koordinatlarınız ortaya çıkmış olur. Bu anlatımda P1, P2 ve P3 ile gösterilen noktalar, GPS sisteminde uyduları temsil etmektedir.

Çarpıcı Benzerlikler

Küresel Konum Belirleme Sistemi ile güvercinlerin manyetik konumlandırma sistemleri arasında işlev açısından çarpıcı benzerlikler görülmektedir. Her ikisinde de, yeryüzü üzerindeki bir konuma dair verileri aktarabilen bir ortam mevcuttur. GPS’de, uydulardan gelen veriler atmosferde iletilirken güvercinlerdeki sistemde dünyanın manyetik alanının bu işlevi gördüğü düşünülmektedir. Her ikisinde de çevreden gelen bu verileri (sinyalleri) algılayacak sistemler mevcuttur: Yani uydularda paneller; güvercinlerde gagada bulunan ve manyetit barındıran hücreler... Her ikisinde de bu verileri yorumlayan sistemler mevcuttur. GPS’de bilgisayarlar ve diğer dijital cihazlar geometrik ölçümler gerçekleştirirken (yukarıda özetlenen trilaterasyon yöntemindeki gibi); güvercinlerde bu işlevi, duyu aracılığıyla iletilen sinyalleri yorumlayan beyin üstlenmektedir.

Ayrıca, günümüzde birçok havayolu firması, uçaklara GPS yerleştirmekte, bunu uçuş kontrol sistemlerine entegre etmektedirler. Bir uçağın elektronik uçuş sistemlerinin burunda yerleştirildiği gibi, güvercinin manyetit barındıran hücrelerinin de gagada yerleştirilmiş olması önemli bir benzerliktir.

GPS sisteminin ve tüm uydu ve yer kontrol sistemlerinin özel olarak tasarlandığına şüphe bulunmamaktadır. Bu sistem belli bir amaca yönelik olarak planlanan parçaların oluşturduğu bir bütündür. Uydu ve yer kontrol sistemlerindeki çok sayıda elektronik cihaz, bu amaç doğrultusunda birbirleriyle uyum içinde çalışmaktadırlar.

Güvercinlerdeki manyetik konumlandırma sistemi de tasarımın bu belli başlı özelliklerini açıkça barındırmaktadır. Dünyanın manyetik alanıyla etkileşim sağlayan manyetitli hücreler; bu hücrelerin algıladığı verileri ileten sinirler ve tüm bunları yorumlayan beyin, mükemmel bir uyum içinde çalışmaktadır. Güvercin bu sayede, binlerce kilometre uzaklıktaki evinin konumunu şaşmaz bir hesapla tayin edebilmektedir. Bu, kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir yetenektir. Çünkü güvercinin binlerce kilometrelik uçuş menzili göze alındığında bir ev, minicik bir noktadan farksızdır.

Peki ama böylesine üstün bir konumlandırma yeteneği sağlayan sistem nasıl ortaya çıkmış olabilir? Hiçbir şuuru olmayan tesadüflerin, mükemmel bir tasarıma sahip güvercini meydana getirmesi, bu güvercine mükemmel fizyolojik sistemler eklemesi, burun bölgesinde manyetitli hücreler yerleştirip kusursuz bir duyu sistemi oluşturması mümkün olabilir mi? Elbette, hayır.

GPS sistemindeki tasarım özellikleri, bunların mühendislerce tasarlandığının şüphe götürmez delilleridir. Benzer şekilde, aynı tasarım özelliklerini ortaya koyan sistem de tasarlanmış, yani yaratılmış olmalıdır. Hiç şüphesiz güvercini sonsuz bir bilgi ve kudretle vareden, ona binlerce kilometre uzaklıktaki bir noktayı şaşmaz bir şekilde bulmasını sağlayan sistemler veren Yaratıcı, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır. Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:

Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)

1 Haziran 2011 Çarşamba

Suya Dayanıklı Tohumların Sırrı

Suyu kullanarak tohumlarını dağıtan bitkiler kendi ağırlıklarını azaltıcı ve yüzey alanlarını artırıcı bir yapıya sahiptir. Havayla dolu, su üzerinde yüzen bu yapı genellikle meyvelerde ve tohumlarda bulunur. Yüzen dokunun birkaç değişik şekli olabilir. Havayla dolu olan hücrelerde içi boşluklu süngerimsi bir yapı olabildiği gibi hücre aralarındaki boşlukları yok edecek şekilde tohumun içine hava hapsolmuş bir yapı da olabilir. Tohumlar işte bu yapılar sayesinde yüzerler. Bundan başka yüzen dokunun hücre duvarları, suyun içeriye girmesini engelleyecek bir yapıya sahip olmalıdır. Ayrıca bitkinin bilgilerinin saklandığı embriyoyu korumak için de bir iç katman vardır.

photo
Tropikal bir Afrika bitkisi olan Entada gigas tohumları ise kalp şeklinde çok ilginç bir yapıya sahiptir. Tohumlar çok büyük boyutlardaki etli kısmın içerisinde yetişir. Su kenarları boyunca yetişen bu bitki şiddetli yağmurlarla taşınarak Atlantik Okyanusu'na kadar ulaşır. Bu şekilde yıllar süren yolculuklarına çıkan tohumlar, Avrupa'ya, Meksika Körfezi'ne ve Florida'ya kadar giderler. Ve ulaştıkları yerde yeni bir bitki olarak yetişirler.

Nasturtium (tere) benzeri bitkilerin tohumları hidrofob (su geçirmeyen) bir cila ile kaplıdır. Bu cila, onların suyun yüzey gerilimini kullanmalarını ve dolayısıyla batmamalarını sağlamaktadır. Bu sayede bitkilerin tohumları ırmakları yüzerek geçebilmektedir.

Su yoluyla üreyen bitkilerdeki en önemli özellik, tohumların tam karaya ulaştıkları zaman açılmalarıdır. Aslında bu son derece ilginç ve istisnai bir durumdur çünkü bilindiği gibi bitki tohumları genellikle suya değdikleri anda çimlenmeye başlarlar. Ama bu durum söz konusu bitkiler için geçerli değildir. Tohumlarını suyla taşıyan bitkiler özel tohum yapıları sayesinde bu konuda ayrıcalıklıdırlar. Eğer bu bitkiler de diğerleri gibi suyu görür görmez hemen çimlenmeye başlasalardı, soyları çoktan tükenmiş olurdu. Oysa yaşadıkları şartlara uygun mekanizmaları sayesinde bu bitkiler varlıklarını rahatlıkla sürdürebilmektedir. Bu hassas hesap ve ölçülerin tümü, tohumları yaratan, onların her türlü ihtiyaçlarını ve özelliklerini bilen, sonsuz akıl ve bilgi sahibi olan Allah’tır.

Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?

(Enam Suresi, 95)


22 Mayıs 2011 Pazar

Renklerin Kaynağı Nedir?



Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de. Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır.
(Nahl Suresi, 12-13)

Bazı detaylar insan hafızasında önemli yer tutarlar ve hiç değişmezler. Örneğin en tanıdık cisimler olan ağaçlardan başlayalım. Ağaçların rengi hep yeşil ve tonlarıdır. Sonbahar gelince bu renklerin değiştiği herkes tarafından bilinir. Gökyüzünün rengi de ya mavinin ya da grinin tonlarındadır. Meyvelerin renkleri de hiç değişmez, örneğin kayısının rengiyle, kirazın rengi hep bellidir, tanıdıktır. Kısacası ışık altında bulunan her canlının, her cismin bir rengi vardır. Etrafınızdaki şeylere dikkatli bir şekilde bakın. Neler görüyorsunuz? Masa, sandalyeler, pencerenizden gözüken ağaçlar, gökyüzü, evinizin duvarları, çevrenizdeki insanların yüzleri ya da yediğiniz meyveler... Bunların hepsi ayrı birer renge sahiptir. Bütün bu renklerin neye göre belirlendiğini, nasıl düzenlendiğini ve nasıl oluştuğunu hiç düşünmüş müydünüz?

Tek bir rengin, örneğin sadece kırmızının ya da sadece yeşilin oluşması için aşağıda maddelendirilmiş olan işlemlerin her birinin bu sıralamaya göre gerçekleşmesi gerekmektedir.

  1. Rengin oluşması için gerekli olan ilk koşul ışığın varlığıdır. Bu nedenle öncelikle güneşten gelen ışınların nasıl bir özelliğe sahip olması gerektiğini inceleyerek başlamakta fayda vardır. Renklerin oluşabilmesi için güneşten yeryüzüne gelen ışığın, renkleri meydana getirebilecek şekilde, belirli bir dalga boyuna sahip olması gerekmektedir. Güneşin yaydığı bütün ışınların içinden sadece "görünür ışık" olarak adlandırılan bu ışığın yeryüzüne gelme ihtimali 1025'te bir ihtimaldir. Bu inanılması güç ihtimal gerçekleşir ve renklerin oluşması için gerekli olan ışınlar güneşten dünyaya ulaşır.
  2. Güneşten gelip uzaya yayılan ışık gerçekte göze zarar verecek özelliklere sahiptir. Bu yüzden dünyaya ulaşan ışığın gözün rahatlıkla algılayabileceği ve zarar vermeyeceği duruma gelmesi gereklidir. Bunun için ışınların bir süzgeçten geçmesi gereklidir. Bu dev süzgeç dünyayı çevreleyen "atmosfer"dir.
  3. Atmosferden geçen ışık yeryüzüne dağılır ve rastladığı maddelerin hepsine çarparak yansır. Işığın çarptığı maddelerin, ışığı yutmayıp yansıtacak özelliklerde olması gereklidir. Görüldüğü gibi maddelerin yapısal özelliğinin de yeryüzüne ulaşan bu ışıkla renkleri oluşturacak şekilde uyumlu olması gereklidir. Bu şart da gerçekleşir ve güneşten gelen ışığın çarptığı maddelerden kolaylıkla yeni bir ışık dalgası yayılır.
  4. Renklerin oluşumundaki diğer bir aşama da ışık dalgalarını algılayabilecek bir algılayıcıya, yani göze ihtiyaç olmasıdır. Işık dalgalarının görme organlarıyla da uyum içinde olması zorunludur.
  5. Güneşten gelen ışınlar gözümüzün tabakalarından geçip retina bölgesinde elektrik sinyaline dönüştürülmelidir. Daha sonra bu elektrik sinyalleri insan beyninde görüntüyü algılamakla sorumlu olan görüntü merkezine ulaştırılmalıdır.
  6. Bizim herhangi bir rengi gördüğümüzü ifade edebilmemiz için gerçekleşmesi gereken son bir aşama daha vardır. Renklerin oluşmasındaki son aşama görme merkezine gelen elektrik sinyallerinin, burada bulunan sinir hücreleri tarafından "renk" olarak algılanabilmesidir.

Görüldüğü gibi tek bir rengin oluşması için oldukça detaylı ve birbirine bağlı bir sıralama izleyen işlemler gereklidir.

Renkle ilgili olarak edinilen tüm bilgiler rengin meydana gelmesi sırasında oluşan her işlemin çok hassas dengeler üzerine kurulmuş olduğunu gösterir. Bu hassas dengeler olmadığı takdirde renkli bir dünya yerine bulanık ve karanlık bir dünya içinde kalmamız hatta görme yeteneğimizi kaybetmemiz kaçınılmazdır. Yukarıda sayılan maddelerden sadece retina bölgesindeki elektrik sinyallerini algılayacak olan hücrelerin bulunmadığını düşünelim. Ne gelen güneş ışığının yeterli özelliklere sahip olması, ne gözün diğer parçalarının tam olması, ne de atmosferin varlığı yeterli olmayacaktır.

Görme İşleminde Retinanın Rolü

Retinayı daha yakından inceleyerek biraz daha detaya inelim. Retinada görev alan "rodopsin" adlı pigment maddesinin olmadığını varsayalım. Rodopsin yoğun ışıkta özelliğini yitiren, karanlıkta tekrar oluşan bir maddedir. Gözde yeteri kadar rodopsin oluşana kadar göz karanlıkta net göremez. Rodopsinin özelliği ışıktan alınan verimin yükseltilmesidir. Bu madde tam gerektiği anda ihtiyaç duyduğu kadar üretilir. Rodopsin dengesi kurulduğunda ise şekiller belirginleşmeye başlar. Görme işleminde son derece önemli bir madde olan rodopsin olmasaydı ne olurdu? Bu durumda insan yalnızca aydınlıkta gören bir canlı olurdu. Görüldüğü gibi gözde en ince detayına kadar düşünülmüş kusursuz bir sistem vardır.

Peki bizi karanlıklardan kurtarıp, bize renkli bir dünya sunan bu sistem kimin eseridir?

Buraya kadar sıraladığımız her aşama bir akıl, irade ve güç gerektiren işlemlerdir. Böyle bir sıralamanın ve uyumun tesadüfen oluşma ihtimalinin olmadığı ise çok açık bir gerçektir. Böyle bir sistemin zaman içinde oluşması da imkansızdır. Bu işlemlerin tesadüfen oluşması için milyonlarca hatta milyarlarca yıl beklense de sonuç hiçbir şekilde değişmeyecektir. Bekleyerek ya da tesadüflerle renkli bir dünyayı oluşturacak sistemler asla oluşamaz. Bu mükemmel sistem ancak özel bir tasarımın sonucunda ortaya çıkabilir ki bunun anlamı da yaratılmış olduğudur. Allah bütün evreni kaplayan sonsuz bir gücün ve aklın sahibidir. Evrendeki düzenin tümünde Allah'ın benzersiz yaratma sanatının örnekleri vardır. Renklerin oluşumundaki eşsiz sanat da Allah'ın benzersiz yaratmasıyla ortaya çıkmıştır. Allah her şeye güç yetirendir.

Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir.
(Bakara Suresi, 117)

15 Mayıs 2011 Pazar

Renk Veren Moleküller: PİGMENTLER

http://www.manzara.gen.tr/w1/Rengarenk.jpg

Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, her şeye güç yetirendir.
(Al-i İmran Suresi, 189)

Maddelerde bulunan pigment molekülleri farklı atom özellikleri nedeniyle ışıkları farklı şekillerde yansıtırlar ve bu sayede renk tonları ortaya çıkar. Etrafınıza yine şöyle bir bakın. Gözünüzün gördüğü alanda ne kadar çok farklı renk varsa, bu o kadar farklı sayıda pigmentin varlığını gösterir. Çünkü çevremizde gördüğümüz her şeyin rengi, maddelerin yapısında bulunan pigmentlere bağlıdır. Bitkilerin yeşil rengi, derinizin rengi, gözünüzün rengi, hayvanların rengi kısacası tüm renkler hep pigmentlerin yapısal özelliğinden kaynaklanır.

Pigment Nedir?

Pigmentler hem gözümüzde hem de nesnelerin genellikle dış yüzeylerinde bulunarak renklerin oluşmasını sağlayan özel moleküllerdir. Pigment moleküllerinin harekete geçmesi için belirli bir enerji gereklidir. Elbette ki renklerin oluşmasındaki diğer tüm aşamalarda olduğu gibi, pigmentlerle ışık arasında da yine kusursuz bir uyum vardır. Çünkü yeryüzüne ulaşan "görünür ışık", canlılarda renk molekülü olarak bilinen "pigment" molekülleri için özel olarak tasarlanmıştır.

Bundan başka insan gözü de buna uygun bir yapıya sahiptir. Gözümüzün retinasında bulunan koni hücrelerinin de üç ana rengi, yani kırmızı, yeşil ve maviyi algılamasının nedeni de içlerinde bulunan özel pigment molekülleridir. Bu pigmentlerin renkli bir dünya görmemiz için gerçekleştirdikleri en hayati işlem kendilerine gelen ışığın "renk" enerjisini elektrik sinyaline çevirmeleridir. Yani renk diye bildiğimiz her şey aslında bu pigmentlerin kendilerine gelen ışığın dalga boyunu elektrik sinyali olarak beyne iletmeleridir.

Görünür ışığın sahip olduğu enerji düzeyi, canlıların derilerinde, derilerini kaplayan pullarında, tüylerinde veya kürklerinde bulunan pigment moleküllerini harekete geçirmek için gereken enerji düzeyine eşittir. Görünür ışığın aralığı içinde olan ve belirli renklere karşılık gelen dalga boyları bu pigmentleri harekete geçirerek canlıların renklerini oluştururlar.

Görüldüğü gibi canlıların hem görme merkezlerinde hem de vücutlarında bulunan pigmentler, işleyen diğer vücut sistemleriyle birlikte tam bir uyum halindedirler. Bir canlının görme merkezinde özel bir pigment molekülünün bulunmaması veya gerektiğinden az bulunması onun çevresindeki renkleri ayırt edememesine neden olur.

Burada üzerinde durulması gereken nokta bu özel moleküllerin canlıların derilerinde nasıl oluştuğu sorusunun cevabıdır. Bu sorunun cevabını da yine sorular sorarak verebiliriz. Canlılar yeryüzüne ulaşan özel ışık tayfının özelliklerini bilip ona göre özel pigment molekülleri seçerek mi bu renklere sahip olmuşlardır? Elbette böyle bir tesadüfün gerçekleşmesi ihtimali sıfırdır. Bu özel moleküller canlıların derilerine bilinçli bir tasarımla yerleştirilmiştir. Açıktır ki ne canlıların böyle bir işlemi kendi iradeleriyle gerçekleştirmeleri, ne de kontrolsüz tesadüflerin böyle bir oluşum meydana getirmesi mümkün değildir. Çünkü söz konusu uyum ancak her şeyi kontrol altında tutan bir İrade'nin yaratmasıyla gerçekleşebilecek bir uyumdur. Allah her canlıyı kendine has çok detaylı özelliklere sahip olarak yaratmıştır. Canlı cansız her nesne kendi özelliğine uygun pigmentlere sahiptir. Pigmentler ışığı kendi moleküler yapılarına göre seçici bir şekilde emerler. Her pigment ışığa karşı aynı tepkiyi vermez. Bundan dolayı da aynı kimyasal reaksiyonu gerçekleştirmez ve aynı rengi oluşturmaz.

Örnek olarak bitkilerin yeşil görünmelerine neden olan pigment moleküllerini yani klorofilleri verebiliriz. Bu pigmentler güneşten gelen belirli dalga boylarını emerler ve yeşil rengi veren dalga boyundaki ışığı yansıtırlar. Bitkilerdeki pigment molekülleri olan klorofiller, dalga boylarının özelliği nedeniyle yeşil görünen fotonları yansıtırlar. Aynı zamanda güneş ışığından aldıkları enerji, bitkilerin tüm canlıların besin kaynağı olan karbonhidratları üretmelerini sağlar. 12 Farklı pigment molekülleri de kendi moleküler özelliklerine göre belirli dalga boylarındaki renkleri yansıtırlar ve farklı kimyasal reaksiyonlar meydana getirirler.

Doğada oldukça fazla pigment çeşidi vardır. Pigment moleküllerinin canlılık için özel olarak tasarlanmış olduğunu görmek için sadece birkaç tane örnek vermek yeterli olacaktır.

Pigment Çeşitlerinden Örnekler: Koruyucu Renk Kaynağı Melanin

Canlı gözleri gerçekte ışığa karşı son derece hassastır ve olumsuz yönde çok kolay etkilenebilir. Ama biz gözlerimizde Allah tarafından özel olarak yaratılmış olan destek sistemler sayesinde güven içinde güneşe bakabiliriz, etrafımızı rahatlıkla görebiliriz. Bu destek sistemlerden bir tanesi de gözlerde bulunan pigment molekülleridir.

Bilindiği gibi canlı gözlerinin renkleri çeşitlilik gösterir. Bu rengi sağlayanlar da yine pigmentlerdir. Melanin, gözün içinde bulunan ve göze rengini veren pigment maddelerinden bir tanesidir. Saçınıza ve cildinize rengini veren madde de melanindir. Ancak melaninin görevi sadece renk verici bir madde olması değildir. Araştırmacılar gözde bulunan melanin maddesinin hem gözün zararlı ışınlardan korunmasında kullanıldığını, hem de görüş gücünün artırılmasını sağladığını ortaya çıkarmışlardır. Doğada ışığın oluşturacağı zararlı etkilere karşı en doğal çözüm olan melanin maddesi, özellikle yüksek enerjili ışıkları, düşük enerjili ışıktan daha kuvvetli bir şekilde emer. Yani maviden çok mor ötesini, yeşilden çok maviyi emer. Bu yolla melanin gözün lensini zararlı mor ötesi ışınlara karşı korumuş olur. Retinanın dokusuna zarar verme ihtimali olan farklı renkleri filtreleyerek en ideal korumayı sağlar. Ayrıca yaş ilerledikçe melaninin azalması yaşlılık etkisini de artırmaktadır. Örneğin kırk yaşında gözdeki pigmentler % 15, altmış yaşında ise % 25 azalır ve bu durum yaşlılık etkilerinin daha da belirginleşmesine sebep olur.

Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi melanin maddesinin görevlerinin her biri, bize bu maddedeki özel tasarımı göstermektedir.

Bu mükemmel maddenin nasıl ortaya çıktığı sorusuna verilecek cevap kuşkusuz ki böyle kusursuz bir yapıya sahip olan çok fonksiyonlu bu maddenin tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız olduğudur. Melanin maddesi, evrendeki her şey gibi Allah tarafından insanlara fayda verecek şekilde özel olarak yaratılmış bir maddedir.

Canlı Renklerin Kaynağı Karotenoidler

Karotenoidler (ve lipokromlar) sarı, kırmızı ve portakal rengini yansıtan ve bitkiler tarafından sentezlenen pigment molekülleridir. Hayvanların bu pigmentten faydalanması ise ancak bitkilerle beslenmeleri yolu ile gerçekleşir.

Zehirli süngerler, deniz laleleri, zehirli deniz hıyarları ve bazı yumuşakçalar bünyelerinde barındırdıkları karotenoid maddesinin bir sonucu olarak ya kısmen ya da tamamen sarı, kırmızı veya turuncu renklere sahiptirler. Bundan başka kelebeklerin kanatlarında ve kuşların gagalarındaki sarı kısımlarda da karotenoid maddesi mevcuttur. Bazı böceklerde özel bezler sarı ve kırmızı renk salgılar. Bu bileşikler genelde mat yeşildir hatta renksizdir, ama zehirli böceklerin kanında parlak sarı bir renge dönüşür. Bu renkler düşmanlara karşı bir uyarı niteliği taşımaktadır. Bundan başka karotenoidler, bazı böceklerin vücutlarında zehirli bileşiklere dönüşürler, böylece hem silah hem de uyarıcı olarak ikili bir görev yaparlar. Allah'ın yarattığı bu özel sistem sayesinde pek çok canlı yaşamını rahatlıkla sürdürür.

Buraya kadar doğada var olan pigment çeşitlerinden sadece birkaç tanesini inceledik. Bu incelemeler ışığında vardığımız sonuç pigmentlerin, bu pigmentleri oluşturan atomların, oluşan renklerin tümünde kendini gösteren özel tasarımın varlığı oldu. Bu üstün tasarımın sahibi tüm alemlerin Rabbi olan Allah, doğada yarattığı benzersiz renk sanatı ile bize Kendisi'ni tanıtmaktadır.

Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları olsun? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.
(Hac Suresi, 46)

19 Mart 2011 Cumartesi

Okçu Balıktaki Mükemmel Tasarım

Okçu balık için avını yakalamak hiç de sorun oluşturmaz, daha avına atışını yaparken onun nereye düşeceğini hesaplar...

Doğadaki en keskin nişancılardan biri okçu balığıdır. Balık su yüzeyine yakın bir noktadan suya yakın bir dal ya da yaprakta duran böcekleri gözler. Hedefini belirlediği anda şaşırtıcı bir şey yapar: Ağzından püskürttüğü suyla hedefini vurur ve bulunduğu yerden suya düşürür. Adeta sudan bir okla vurduğu böceği hızla yakalayıp yutar. Bu avlanma şekli oldukça hassas ayarlamalara dayanır. Öncelikle balığın suyun içinden havada bulunan canlının yerini doğru şekilde belirlemesi önemli bir başarıdır. Çünkü ışık, yoğunluğu farklı ortamlar arasında geçiş yaparken açı değiştirir ve yanılmalara neden olur. Suyun içine uzattığımız bir sopanın su içindeki kısmının görüntüsünün kırılmış durması gibi...

Okçu balığı ise açı sapmasını "hesaplar" ve ona göre nişan alır. Fizikte kırılma indisi olarak bilinen faktör balığın hedefini vurmasını engellemez. (Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin)

Bu avlanmanın bir diğer önemli unsuru, balığın ağzında bulunan su püskürtme sistemidir. Balığın püskürttüğü su son derece düzgün bir çizgi üzerinde ve dağılmadan hedefine doğru ilerler. Bu sistem özel bir ağız yapısı ve kas dokusuna dayanır. Suyun püskürtülmesi için belli miktar basınç gereklidir, gevşeyerek suyu içeri alan kasların aniden kasılmasıyla bu basınç elde edilir.

Balık hedefini vurup suyun içine düşürdüğü böceği yakalamada çok hızlı davranmalıdır. Çünkü başka balıklar bu avı kolaylıkla çalabilirler. Okçu balık için avını yakalamak hiç de sorun oluşturmaz, çünkü o daha avına atışını yaparken avının nereye düşeceğini hesaplamıştır bile!

Bilimsel adı Toxotes jaculatrix olan bu balık türü üzerinde son bir araştırmayı, Almanya'nın Freiburg kentindeki Albert Ludwigs Üniversitesi'nden Stefan Schuster gerçekleştirdi. Balığı hızlandırılmış video kameraya çeken Schuster, avın düşeceği yerin ne kadar sürede hesaplandığını belirledi. Buna göre balık, avının nereye ve ne zaman düşeceğini çok kısa bir sürede, saniyenin yalnızca onda birinde hesaplayabiliyor. Journal of Experimental Biology adlı dergide yayımlanan çalışmaya göre bu hesaplama için tek bir bakış yeterli oluyor.

Bir beyzbol oyununda karşıdan topa hızla vurulduğu anda topun nereye ve ne zaman ulaşacağını kestirmek imkansızdır. Oyuncu bir yandan koşarken bir yandan topu izlemek zorundadır. Balığın kabiliyeti, beyzbol oyuncusunun topa vurulur vurulmaz düşeceği noktaya gitmesi gibidir. (Harun Yahya, Doğadaki Mühendislik)

Avların ağırlıkları farklılık gösterdiği için düşme hızları da farklı olur. Bu durum ise balığın vereceği kararı daha da karmaşık hale getirir. Balık ise her av için ayrı hesaplar yapar ve onu başarıyla yakalar.

Araştırmacılar balığın yeteneğini ölçmek için onu bazı denemelerden geçirdiler. Önceden hazırladıkları ölü bir böceği, balık vurduğu anda, doğal eğrisel çizgisi üzerinde değil de dikey olarak suya düşürdüler. Balık bu şaşırtmaya aldanmadı ve dikey olarak düştüğü yere hamle yaptı. Bir diğer denemede ise böceği cam bir plaka üzerinde tuttular. Balık atış yapınca böceği hava üfleyerek cam üzerinde yatay bir çizgide hareket ettirdiler. Balık yine şaşırmadı ve yatay çizgiye göre hamle yaptı. Bu iki deneme balığın rastgele ya da otomatik hamleler yapmadığını ortaya koyuyor.

Tüm bu özellikleri okçu balığını, mükemmel tasarlanmış bir püskürtme sistemine sahip, matematiksel hesaplamalar yapabilen bir canlı kılmaktadır. Peki ama akıldan yoksun bu balık nasıl olup böylesine kesin fiziksel hesaplamalar yapabilir? Sudan havaya geçişte kırılma indisinden kaynaklanan açısal farkı nereden biliyor olabilir? Dahası balığın bedeninde bulunan ve kas sistemiyle, ağız yapısıyla kusursuz olan püskürtme sistemi nasıl ortaya çıkmıştır?

Elbette bu bilgiler ancak fizik eğitimi almış bir insanın bilebileceği bilgilerdir. Çoğumuz fizik derslerimizden resimdeki gibi atış problemleri görmüşüzdür. Bu problemler bilinç sahibi insanın anlayabileceği türdendir. Balık bu bilgileri kendisi öğrenmiş ve yorumlamış olamaz. Balık bu bilgileri 'hatırlayamaz', fizik formüllerine göre 'denklem kuramaz'.

Püskürtme sistemi de bir su tabancası gibi çalışır. Bir su tabancasını incelediğimizde bir basınç pompası, onu çalıştıracak bir tetik mekanizması ve püskürtme ağzı dikkatimizi çeker. Bunların suyu bir çizgi halinde atması için özel olarak tasarlandığını anlarız.

Aynen su tabancasında olduğu gibi balığın püskürtme sistemi de özel parçalardan oluşur. Kasılıp gevşeyerek basınç oluşturacak bir kas sistemi, kas liflerini tetikleyecek sinir hücreleri ve suyun çizgi halinde gitmesi için özel olarak şekillendirilmiş ağız... Bu parçalar olağanüstü bir organizasyon içinde biraraya getirilmiştir.

Elbette bunlar kendiliğinden varolup tesadüfen biraraya gelmiş olamazlar. Böyle bir sistemin aşamalarla evrimleşmiş olması kesinlikle imkansızdır, çünkü bu üç parça indirgenemez komplekslik özelliği ortaya koymaktadırlar. Parçaların tamamı doğru organizasyon içinde ve aynı anda kusursuz olarak varolmalıdırlar. Parçaların birinin yarım ya da noksan olması durumunda sistemin tamamı işlevsiz hale gelir ve evrimin kendi mantığına göre bu organlar kullanılmadığı için körelir.

Bu durumda balığın özel olarak tasarlandığı ve davranışı için gerekli bilgiye sahip olmadığı, ona ilham edildiği ortaya çıkar. Evreni ve içindeki herşeyi yoktan vareden, Üstün ve Güçlü olan Allah bu balığı sahip olduğu tüm sistemlerle mükemmel bir yaratışla yaratmıştır. Allah yeryüzündeki milyonlarca canlı türünü örneksiz var edendir.

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir."

(Fatır Suresi, 2)

15 Mart 2011 Salı

Kuşlar Neden “V” Şeklinde Uçarak Göç Ederler?

Kuşlar Neden “V” Şeklinde Uçarak Göç Ederler?
  • Kuşlar göç esnasında neden tek hizada uçmazlar?

  • V şeklinde uçmak kuşlara nasıl bir üstünlük sağlar?

  • Göç yolculuğu esnasında niçin her kuş sırayla en öne geçer?

    Yüce Allah’ın yarattığı canlılar içinde birçok tür şaşırtıcı göç seyahatleri yapar. Rabbimiz’in ilhamıyla göç eden bu canlılar içinde en hareketlileri kuşlardır. İnsanların çoğu zaman ulaşım araçlarıyla bile hızlarına ulaşmakta güçlük çektikleri kuşlar, çok özel uçuş teknikleri ile yolculukları sırasında uzak mesafeler katederler. Bu tekniklerinden biri de sürü halinde hareket eden kuşların “V” şeklinde uçmalarıdır.

    Kuşlar Neden “V” Şeklinde Uçarlar?

    Göçmen kuşların birçoğunun seyahatleri sırasında sürüler oluşturmalarının birçok sebebi vardır. Sürü oluşturma, düşmanlara karşı bir caydırıcılık sağladığı gibi uçuş esnasında sürüye başka avantajlar da sağlar. Bu avantajlardan biri “V” şeklindeki uçuş tekniğinde gizlidir. Çünkü bu uçuş şekli ile öncelikle en öndeki kuş, bir arkadaki kuşa gelecek rüzgarı ve hava direncini engeller ve enerji tasarrufu sağlar. Kuşların bu uçuş tekniği bisiklet takım yarışlarında birbiri arkasına saklanarak giden ve sık sık en öndekini değiştiren yarışmacılarda görülür. Araba yarışlarında da arkadaki araba öndekine mümkün olduğunca yaklaşarak, onun kestiği rüzgar ve hava akımının avantajı ile daha az yakıt harcamayı amaçlar. Kuşlarda da kanatlar birbirine değmediği sürece bir kuşun hemen yanında pozisyon alarak uçmak oldukça avantajlıdır. Böylece kuş öndekinin ve yanındakinin koruyucu etkisinden maksimum düzeyde yararlanabilir.

    Kuşlar sürü halinde V şeklindeki uçuş ile hareket ederlerken, en öndeki kuşlar havanın kendilerine karşı oluşturduğu direnci arkadan gelen kuşlar için daha aza indirirler. Öndeki kuş kanadını çırptığında, kanadının ucunda bir hava boşluğu, yani bir girdap oluşur. Arkadaki kuş buraya yükselen havayı kanatlarının altında bularak ve daha az enerji sarf ederek yüksekliğini muhafaza eder. Bu kuşun hareketinden de bir arkadaki kuş faydalanır. Bu uçuş şeklinin daha ziyade büyük kuşlarda görülmesinin nedeni de bunların büyük kanatları ile oluşturdukları hava hareketinin büyüklüğü ve arkadaki kuşun işine yarayabilmesidir. Bu şekilde enerji tasarrufu sağlayan sürü halindeki kuşlar genellikle tek başına olan kuşlardan daha hızlı uçarlar. Kuşların göç ederken her bir kuşun yanındaki kuş ile aynı derecede hava sürtünmesine tabi tutulmasının avantajını pilotlar çok iyi bilirler. Bu uçuş şeklinin avantajı pilotların “kanat ucu girdabı” dedikleri durum ile aynıdır.

    Kanat Ucu Girdabı ile Kuşların V Şeklindeki Uçuşu Arasındaki Teknik Benzerlik:

    Bir uçakta kalkışın çoğunu kanat sağlar, ancak kanatlar aynı zamanda sürüklenmeye neden olur. Kanadın üzerinden akan hava, uçağın gövdesinden içeri doğru akmaya eğilimlidir. Bu arada kanatların altından akan hava dışarı doğru akmaya meyillidir. Bu iki hava akımı kanadın kuyruk kısmında karşılaşınca kanat uçlarından çıkan dönen bir hava akımı oluşturur. Buna “kanat ucu girdabı” adı verilir. Nemli, soğuk ya da sisli günlerde bu, kanat tarafında oturan yolcular tarafından görülebilir. Kanatların her iki tarafında da girdap vardır. Bu dönen hava akımı, kanadın altındaki yüksek basınç ve kanadın üstündeki alçak basınç nedeniyle oluşur. Normalde hava kanat ucunun etrafında yüksek basınçtan alçak basınca doğru akar ki bu yukarı doğru bir akım oluşturur; işte kuşlar tüm yolculuklarında bu akımı takip ederler. (Atmospheric Flight )

    Kuşların takip ettiği bu akım gibi doğanın her detayında muazzam bir akıl, plan ve yaratılış ortaya çıkmaktadır. Bu, Yüce Allah’ın tabiat üzerindeki mutlak egemenliğinin alametlerindendir:

    “Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)

    “V” Şeklindeki Uçuş Tekniği Kuşlar Arasındaki Fedakarlığın da Bir Örneğidir

    Sürü halinde uçan kuşlar binlerce kilometrelik zorlu yolculuklarda diğerlerinin enerji tasarrufu yapmasına imkan tanırlar. Kuşkusuz söz konusu durum göç eden kuşların birbirleri için yaptıkları bir fedakarlığı da ortaya çıkarır. Her kuş sırayla en öne geçer. Çünkü tek hiza şeklinde ve daima önde bir lider ile uçulursa her kuş eşit derecede enerji tasarrufu sağlayamaz. Tek hizada uçan çok sayıda kuştan ortada olan kuşlar, uçlarda olan kuşlara göre iki kat daha avantajlıdırlar. Bunun sebebi ortada uçan kuşların her iki tarafta bulunan komşu kuşlar tarafından oluşturulan ve hava akımının etkisini azaltan bir alanda uçmalarıdır. Lider değiştirerek sürdürülen düzgün bir V şeklinde, her kuş aynı uçuş avantajını eşit miktarda kullanarak hemen hemen aynı miktarda enerji harcar. Eğer üyelerden biri V şeklinin önünde ilerliyorsa, o zaman uçuşu için daha fazla güce gereksinim duyduğunda sıranın arkasına geçer ve yerini arkasındakine bırakır. Tekrar en ön sıraya geri dönene kadar da hızı düştüğünden daha az enerji harcayarak güç toplar. Kuşların V şekli oluşturarak hiç itiraz etmeden, sürünün düzenini bozmadan, daima birbirlerini düşünerek hareket etmesi çok büyük bir mucizedir. Bu mucizevi duruma uçuşa yeni katılmış genç kuşlar bile hemen adapte olurlar.

    Göç eden kuşların uçuş esnasındaki bu fedarlıkları ve düzenlerini, yeryüzündeki canlı cansız her varlığı yaratan Yüce Allah var etmiştir. Bu durum Yüce Allah’ın kudretini, herşeye Kadir olduğunu ve benzersiz yaratan olduğunu kanıtlayan delillerdendir. Rabbimiz kuşların bu uçuş tekniğini onların tam ihtiyaçlarına yönelik olarak yaratmıştır. Bu gerçeğe bir ayette şöyle dikkat çekilir:

    “Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.” (Ena’m Suresi, 38)

    Sonuç: Evrimciler Canlılardaki Fedakarlığı Açıklayamıyor

    V şeklinde uçmak, göç eden kuşlar için büyük bir avantaj ve birbirlerine kolaylık sağlamaktadır. Enerji tasarrufu amacıyla yapılan bu teknik uçuş aynı zamanda canlılar arasındaki fedakarlığın ve yardımlaşmanın en güzel örneklerinden birini de sunmaktadır. Çünkü kuşlar V şeklinin tek avantajsız yeri olan ön kısmına sakat ya da güçsüz olan kuşları getirmemekte, bu şekilde onların güç kazanmasına yardımcı olmaktadırlar. Bir canlının diğerlerine kolaylık sağlayacak bir ortam oluşturmak için çalışması, evrimcilerin, canlıların bencil oldukları ve sadece kendi çıkarlarını düşündükleri iddiasına da açık bir cevap niteliğindedir. Evrimcilerin iddialarına göre olması beklenen her canlının sadece kendi çıkarlarını düşünerek hareket etmesidir. Ancak bu gerçekleşmez ve kuşlar birbirleriyle yardımlaşarak son derece zorlu yolculukları büyük bir rahatlık içinde gerçekleştirirler. Kuşkusuz bu durum Yüce Allah’ın her canlıya yapacağı işleri ilham etmesi ile mümkündür. Onlar da buna eksiksiz olarak itaat ederek herşeyin Rabbi, üstün güç sahibi olan Yüce Allah’a gönülden boyun eğmektedirler. Bu gerçeğe bir Kuran ayetinde şöyle dikkat çekilir:

    “Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd (övgü) de O’nundur. O, herşeye güç yetirendir.” (Teğabün Suresi, 1)

    Kuşlar Neden Yüksekten Uçmayı Tercih Ederler?

    Göçmen kuşların bazıları imkansız gibi görünen yüksekliklerde uçarlar. Örneğin sırtı kırmızı kum çulluğunu ve diğer bazı küçük göçmen kuşları 7.000 m yükseklikte görmek mümkündür ki bu uçakların geçtiği şerittir. Bir kuğu türünün 8.200 m yükseklikte uçtuğu görülmüştür. Bazı kuşlar da stratosfere (atmosferin 8-40 km yükseklik arasındaki ince tabakası) ulaşırlar. (John Downer, Supernature, The Unseen Powers of Animals, s.121) Çubuk kafalı kazların (bar headed geese) stratosferin başladığı yere yakın olan 9.000 m yükseklikte Himalayaları geçtikleri belirlenmiştir.

    Kuşların neye göre uçuş yüksekliklerini belirledikleri tam olarak bilinmemektedir. Fakat yüksekten uçuş bu canlılara birçok yarar sağlar. Böylece hem tanıdık yer şekillerini daha iyi belirler, hem sis ve bulutların üzerinde uçarak görüş mesafelerini artırır, hem de fiziksel engellerin üstesinden gelirler. Örneğin bazı kuşlar su kaybını aza indirgemek için çok yükseklerde uçarlar. Çünkü hava yüksek seviyelerde daha serindir, bu ise kuşların daha az su kaybetmesi demektir.

    Göçmen kuşlara bu kadar çok avantaj sağlayan yüksekten uçuşun, bazı zorlukları da beraberinde getireceği düşünülebilir. Örneğin bu yükseklikte oksijen konsantrasyonu deniz seviyesindekinin üçte birinden daha azdır. Ancak kuşlar hiçbir zorlukla karşılaşmazlar çünkü vücut sistemleri yüksek uçuşa uygun yaratılmıştır. Kazların ve diğer kuşların bu düşük oksijen seviyesi ile baş edebilmeleri için kanlarında bulunan oksijen taşıyabilen hemoglobin molekülü son derece verimli bir yapıya sahiptir. Ayrıca oksijenin uçuş kaslarına taşınabilmesi için vücutlarında yüksek yoğunlukta kılcal damarlar vardır. Kuşlara özgü olan “avien akciğer” yapısı ise, havanın akciğerlerde tek yönlü olarak sürekli hareket halinde olmasını, dolayısıyla kuşun her an temiz oksijenli hava solumasını sağlamakta, böylece havadaki oksijeni en verimli şekilde kullanmalarına imkan tanımaktadır.

    Göçmen kuşların soğuğa nasıl dayandıkları ise hala bir sırdır. Bu yükseklikte ısı -50°C’nin altına düşebilir ve göç eden kuşlar birkaç gün boyunca bu dondurucu koşullarda yaşamak zorunda kalabilirler.

    Her canlı ömrü boyunca karşılaşabileceği zorluklara güç yetirebilecek şekilde yaratılmıştır. Kazların bu yükseklikte ve bu derece az oksijen bulunan ve kimi zaman dondurucu soğukların hüküm sürdüğü bir ortamda uçabilmeleri vücutlarındaki özel yapı sayesinde mümkündür. Bu yapı bilinçsiz doğa mekanizmalarıyla, rastlantılarla, kısacası “evrim”le ortaya çıkmamıştır. Onları bu eksiksiz özelliklerle yaratan göklerin ve yerin Hakimi olan Yüce Allah’tır. Allah herşeyin başını ve sonunu bilir ve yeryüzünden gökyüzüne tüm canlıları da her yönden mükemmel özelliklere sahip olarak yaratmıştır:

    “Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen olur.” (Bakara Suresi, 117)

    V Şeklindeki Uçuş Sonucu Yapılan Enerji Tasarrufu Bilimsel Olarak Kanıtlanmıştır

    Bilimsel raporlara göre 25 kuşun bir arada uçması, aynı miktarda enerji kullanarak tek başına uçan bir kuşa göre %70 oranında kazanç sağlar. Birlikte uçan kuşlar aynı zamanda şekilli uçuşlarda, tek başına uçan kuşa göre ekonomik bir hızda, yani %24 oranında daha az hızla uçarlar.
  • 12 Mart 2011 Cumartesi

    Kuşlar Göç Zamanlarını Nasıl Belirliyorlar?


    "Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah)'dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir." (Mülk Suresi, 19)

    Kuşların nasıl ve neden göç etmeye başladıkları, "göç kararı"nı neye dayanarak aldıkları yüzyıllardır merak edilen bir konudur. Kimi bilim adamları göçün nedenini mevsim değişikliklerine, kimileri de yiyecek arayışına bağlarlar. Önemli olan, bu uzun mesafeli uçuşların kendi bedenlerinden başka hiçbir korunmaya, teknik donanıma ve güvenliğe sahip olmayan bu hayvanlar tarafından nasıl gerçekleştirildiğidir. Çünkü göç olayı yön bulma, gıda depolama, uzun süre uçabilme gibi beceriler gerektirmektedir. Bu özelliklere sahip olmayan bir hayvanın birdenbire göç eden bir hayvana dönüşmesi mümkün değildir.

    Bu konuya cevap vermek için yapılan deneylerden biri şöyledir: Bahçe bülbülleri, ısı ve ışık gibi iç koşulları değiştirilebilen bir laboratuvarda deneylere tabi tutulmuştur. İçerideki koşullar dışarıdakilerden farklı olarak düzenlenmiştir. Örneğin dışarıda kış mevsimi yaşanırken, laboratuvarda bahar ortamı sağlanmıştır, bunun üzerine kuşlar içerideki şartlara göre vücutlarındaki düzenlemeleri yapmışlardır. Aynı göç vaktinin yaklaştığı zamanlarda yaptıkları gibi, yakıt için yağ depolamışlardır. Fakat kuşlar, yapay mevsime göre kendilerini ayarlayıp, erkenden göç edecekmiş gibi hazırlansalar da, göç hareketine vaktinden önce girişmemişlerdir. Kuşlar dışarıdaki mevsime uymuşlardır. Bu sonuç kuşların göçe başlama kararını mevsim şartlarını gözlemleyerek almadıklarının bir ispatıdır.

    Peki kuşlar göç vaktini neye dayanarak belirlerler? Bilim adamları bu sorunun cevabını hala bulamamışlardır. Bu nedenle, canlılarda, kapalı bir ortamda zamanlama yapabilmeyi ve mevsim değişikliklerini ayırt edebilmeyi sağlayan bir "iç saat"in var olduğunu düşünüyorlar. Ama, "kuşların bir iç saati var, bu sayede göç vaktini anlıyorlar" cevabı bilim dışı bir cevaptır. Bu nasıl bir saattir, vücudun hangi organına bağlı olarak çalışmaktadır ve nasıl oluşmuştur? Bu saatin bozulması, geri kalması durumunda ne olur?

    Aynı sistemin sadece tek bir göçmen kuş için değil, bütün göç eden canlılar için geçerli olduğunu düşünürsek bu soruların cevapları daha da önem kazanır.

    Bilindiği gibi göçmen kuşlar aynı yerden göçe başlamazlar, çünkü her biri aynı yerde bulunmamaktadır. Çoğu tür, önce belirli bir yerde toplanır, sonra hep birlikte göçe başlarlar. Peki bu zamanlamayı nasıl yapmaktadırlar? Nasıl olup da, kuşların sahip oldukları kabul edilen "saat"ler, birbiriyle bu denli uyumludur? Bu denli düzenli bir sistemin kendi kendine oluşması düşünülebilir mi?

    Göç gibi planlı bir hareketin kendi kendine oluşması imkansızdır. Ayrıca kuşlarda ve göç eden diğer tüm canlılarda ne çeşitte olursa olsun bir saat yoktur. Göç eden bütün canlılar bunu her sene kendi belirledikleri zamanlarda yaparlar, ama bunu bir iç saate uyarak yapmazlar. Bazı kişilerin iç saat olarak nitelendirdikleri şey; Allah'ın bu canlılar üzerindeki kontrolüdür. Evrendeki herşey gibi göç eden canlılar da Allah'ın emirlerine uymaktadırlar.

    4 Mart 2011 Cuma

    Kuru Yapraklarını Besine Dönüştüren Kanarya Bitkisi

    • Kanarya bitkisi, ekvator ikliminde gündüz yaşanan kavurucu sıcağa ve gece yaşanan şiddetli soğuğa nasıl dayanır?

    • Soğuktan korunmak için bir çeşit antifriz maddesi kullanan bu bitki, neden kuru yapraklarını dökmez?

    • Yetiştiği topraklarda su, ısı ve mineraller yeterli olmadığı halde kanarya bitkisi kuru yapraklarını nasıl besine dönüştürür?
    Ekvator bölgesinde binlerce metre yükseklikteki Kenya dağı yıllardır, oldukça büyük ve gösterişli bir görünüme sahip olan kanarya bitkilerine (senecio vulgaris) ev sahipliği yapmaktadır. Geceleri dondurucu rüzgarların hakim olduğu ve toprağın üzerinde ince bir buz tabakasının görüldüğü bölgede, Kenya dağının etekleri bu kanarya bitkileriyle kaplıdır.

    Gündüzleri kavurucu bir sıcağın, geceleri ise şiddetli bir soğuğun hakim olduğu ekvator iklimi nedeniyle, bu bölgede yaşam pek çok bitki için söz konusu değildir. Bu nedenle geceleri üzerlerini büyük bir hızla kaplayan kırağıya rağmen canlılığını devam ettiren kanarya bitkileri, bilim adamları için uzun süre önemli bir araştırma konusu olmuştur.

    Kanarya Bitkisinin Gövdesindeki Antifriz Sistemi

    Gece vakti üzerini kaplamış olan buz tabakasının altından kurtulmayı başararak toprakta boy atan kanarya bitkisi, hiçbir bitkinin kolay kolay dayanamayacağı zorlu şartlarda yaşamını sürdürebilmektedir ve bunun için antifriz sistemini andıran çok ilginç bir yöntem kullanır.

    Kanarya bitkisinin soğuğa karşı verdiği mücadelede kullandığı ilk yöntem, yapraklarında geliştirdiği özel bir savunma şeklidir. Kanarya bitkisinin yapraklarında, dokuların kırağıdan zarar görmesini engelleyen özel bir madde üretilmektedir. Bu koruyucu madde sayesinde bitkinin üzerinde oluşan ince buz tabakasının Güneş'in altında eridiği, sonra gövdesinin yeniden eski canlılığına kavuştuğu görülmüştür. Ancak kırağının kanarya bitkisine vereceği zararların, sadece bu madde ile önlenemeyeceğini bilen araştırmacılar, bu düşük ısılarda bitkinin nasıl olup da donmadığı konusunda son derece ayrıntılı bir inceleme yapmışlardır. Yüce Rabbimiz Allah’ın üstün yaratışının bir tecellisi olan kanarya bitkisinin, ekvator ikliminin zararlı etkilerinden kurtulabilmek için kullandığı ikinci bir yöntem bu incelemeler sonucu açığa çıkmıştır.

    Kuruma Tehlikesine Karşı Alınan Önlem

    Son derece güzel bir görünüme sahip olan kanarya bitkisi, soğuğun etkisiyle donmaya başlayan gövdesini ısıtmak için, oldukça akılcı bir yöntem daha kullanır.

    Gün ışığıyla birlikte bitkinin üzerinde oluşan buzlar erimeye başlar. Bu sırada yaprak gözeneklerinde bulunan su da buharlaşır. Fakat kanarya bitkisinin yaşamını sürdürebilmek için, boşalan gözeneklere suyu geri göndermesi ve kuruma tehlikesi ile karşı karşıya kalan yapraklarını kurtarması gerekmektedir. Yapraklara, ihtiyacı olan suyu gönderebilmek için gövdesindeki su kanallarını kullanmak zorunda kalan bu bitkiyi bekleyen hayati bir tehlike daha vardır: Havanın soğumasıyla birlikte su kanallarının da yavaş yavaş donmaya başlaması. Donmanın etkisiyle kısa sürede kuruyup ölmesi beklenen kanarya bitkisi, tam aksine oldukça sağlıklı bir şekilde yaşamına devam eder.
    Bunun sebebi bu bitkilerin diğer bitkilerde oldukça nadir rastlanan son derece ilginç bir yol kullanarak, su kanallarını kaplayan buzlardan kurtulmayı başarmasıdır. Kanarya bitkisinin yuvarlak gövdesini saran yaprakların en alt halkası, her yıl belirli bir dönemde kurumaya başlar. Ancak yapraklarının bir kısmı kuruyan kanaryalar, diğer bitkilerin aksine bu yaprakların toprağa düşmesine izin vermez ve gövdelerinde tutmaya devam ederler. Böylece kuru yapraklar kanarya bitkisinin gövdesinin en alt kısmında kalın bir zırh oluşturarak dışarıdaki şiddetli soğuğa karşı bitkiyi korumuş olur. Bu akılcı yöntem sayesinde gövdesindeki kanalların buz tutmasını engelleyen kuzey kanarya bitkileri, geriye kalan yapraklarının hayatına devam edebilmesi için gerekli olan suyu da onlara rahatça göndermeyi başarırlar.

    Kanarya Bitkisinin Karşılaştığı Bir Diğer Tehlike

    Gövdeyi zırh gibi sararak bitkiyi soğuktan koruyan kuru yapraklar aynı zamanda, hiç hesapta olmayan bir tehlikenin daha ortaya çıkmasına sebep olurlar. Bu tehlike, yaprakların kuruduğu halde aşağıya düşmemesi ve toprağa karışmaması sonucunda bitkinin köklerine yeterli besinin ulaşamamasıdır. Ölü yaprakların sayesinde toprağa karışacak olan maddelerin eksikliği nedeniyle kanarya bitkileri, köklerinin emebileceği yeterli miktarda besini bulamazlar. Buna rağmen bu bitkilerin bütün ihtişamıyla buzlu toprakların üzerinde nasıl olup da canlı kalabildiği bilim adamları tarafından uzun bir süre araştırılmıştır. Çünkü köklerin bağlı olduğu toprak hiçbir şekilde bitkiyi yaşatabilecek bir besin zenginliğine sahip değildir. Fakat Yüce Allah’ın üstün yaratması sayesinde kanarya bitkisi her zorluk karşısında en akılcı ve en isabetli şekilde kendini savunarak hayatta kalmayı başarmaktadır.

    Rabbimiz'in kendini koruyacak bilgi ve sistemlerle donattığı kanarya bitkisi, adeta yaşaması için topraktan gerekli besini alamayacağını anlayarak gövdesinde yedek kökler meydana getirmektedir. Araştırmacıların hayretle ve merakla izlediği bu olayın sırrı, ancak yedek kökler ulaşmak istedikleri yere vardığında açığa çıkmıştır. Büyük bir kararlılıkla ölü yapraklara yönelen yedek kökler, bu yapraklara ulaştıklarında, buradaki besini emerek kendilerini güçlendirmeye başlarlar. Ölü yaprakların toprağa karışmaması nedeniyle gerekli besini sağlayamayan bitki, bunun yerine gövdesinden çıkardığı bu ek kökler yardımıyla zorlu şartlara rağmen yaşamını sürdürmeyi başarır.

    Bitkilerdeki Üstün Özellikler Yüce Rabbimiz’in İlhamıdır

    Yaşadığı ortamın güçlüklerini biliyormuş gibi her yönüyle tam bir savunma içinde yaratılmış olan kanarya bitkisinin kendisini olabilecek en akılcı metotlarla koruması, bilim dünyasında hayranlık uyandırmıştır.

    Kanarya bitkilerinin hava koşulları değiştiğinde ilk iş olarak kırağının dokularına vereceği tahribatı hesap ederek bir madde üretmeye başlaması, gerçekte şuur gerektiren bir davranıştır. Oysa bir bitkinin kendi aklıyla soğuğun zararını ortadan kaldıracak ve aynı zamanda da bünyesine zarar vermeyecek bir maddenin formülünü keşfedip sonra da elindeki imkanlarla bunu üretmeyi başarması imkansızdır. Hatta insanların bile böyle bir buluş yapabilmeleri için son derece gelişmiş bir teknolojiye ve konuyla ilgili uzun bir eğitime ihtiyaçları vardır. O halde kanarya bitkisi, böyle bir maddenin formülünü nasıl akletmiş ve bunu üretmek için gereken sistemi kendi içinde oluşturmaya nasıl karar vermiş olabilir? Üstelik yaşayabilmek için, aldığı bu tedbirin de yeterli olmayacağını bilen kanarya bitkisi, soğuğun kanalların içindeki suyu dondurma ihtimaline karşı da ikinci bir savunma geliştirmiştir.

    Tüm bu gerçekler de göstermektedir ki; son derece kusursuz korunma taktiklerine sahip olan kanarya bitkisine bu bilgileri yükleyen, onlara şekil veren, tüm olumsuz koşullara rağmen her açıdan mükemmel bitkilerin yetişmesini sağlayan, alemlerin Rabbi, üstün güç ve kuvvet sahibi olan Yüce Allah’tır. Bir ayette Rabbimiz’in yaratma ilmi şöyle bildirilmiştir:

    “ O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (Haşr Suresi, 24)

    3 Mart 2011 Perşembe

    Guguk Kuşu

    Guguk kuşunun başka kuşların yuvalarına yumurtlayıp, yavrularını bu yuvalardaki ebeveynlere baktırdığını biliyor muydunuz?...

    Dişi guguk, yumurtlama vakti geldiğinde adeta zamanla yarışır. Devamlı uyanık ve dikkatli olan kuş, yapraklar arasında gizlenerek, yuva yapan çiftleri gözler. Daha önceden iyi tanıdığı bir kuş türünün yuva yaptığını görünce ne zaman yumurtlaması gerektiğine karar verir. Artık, yavruya bakacak kuş belirlenmiştir.

    Guguk, bakıcı kuşun yumurtlamaya başladığını görür görmez harekete geçer. Kuş yumurtladıktan sonra yuvadan ayrılır ayrılmaz, hiç vakit kaybetmeden yuvaya gider ve kendi yumurtasını bırakır. Ama burada çok akıllıca bir şey daha yaparak, yuvanın gerçek yumurtalarından birini aşağı atar. Bu, yuvanın sahibi olan kuşun şüphelenmesini engelleyecektir.

    Dişi Guguk kuşu, yumurtalarını başka bir kuşun yumurtalarının yanına bırakır. Bunun için seçtiği bir yuvayı uzun süre gözetler. Yuvanın sahibi uzaklaşınca, hemen yuvaya gizlice bir yumurta bırakır. Bu arada yuvadaki yumurtalardan birini de aşağı atarak durumun farkedilmesini önler.

    Anne guguk kuşu, yavrusunun güvenilir bir hayata atılması için şaşılacak kadar mükemmel bir strateji ve zamanlama yapmaktadır. Çünkü dişi guguk bir mevsimde 1 değil tam 20 tane yumurta yapar. Buna uygun olarak, çok sayıda bakıcı ebeveyn saptayıp, bunları gözetlemesi ve yumurtlama zamanlarını iyi ayarlaması gerekmektedir. Anne gugukların iki günde bir yumurtlamaları ve her yumurtanın yumurtalıkta beş günde oluşması dolayısıyla, kuşun kaybedecek bir dakikası yoktur.

    On iki günlük bir kuluçka devresi geçirip yumurtadan çıkan guguk yavrusu, 4 gün sonra gözlerini ilk kez açtığında, ona çok müşfik davranan -ama aslında kendisinin olmayan- ebeveynleri ile karşılaşır. Yumurtasından çıkar çıkmaz ilk işi de, ebeveynlerin olmadığı bir zamanda, yuvadaki diğer yumurtaları aşağı atmaktır. Bakıcı ebeveynler kendilerinin sandıkları yavruyu büyük bir özenle beslerler. Yavrunun yuvadan ayrılacağı 6. haftaya doğru karşımıza ufak iki kuşun (ebeveynin) doyurduğu koca bir kuşun, yani guguğun ilginç görüntüsü çıkar.

    Guguk kuşunun, yavrularını başka kuşların himayesine terk etmesi üzerinde düşünelim. Acaba anne guguk, yavrularına bakmaya üşendiğinden veya yuva yapmayı bir türlü beceremediğinden mi böyle bir yola başvurmuştur? Yoksa, daha önceleri yuva yapıp yavrusuna baktığı halde, bunun oldukça zahmetli bir iş olduğunu farketmiş, ardından bu yöntemi mi keşfetmiştir? Sizce bir kuş kendi başına böyle bir plan yapabilir mi?

    YAVRU HANGİSİ?
    Bakıcı kuş, 6 hafta geçmesine ve guguk kuşu yavrusu kendisinin birkaç misli büyüklüğe ulaşmasına rağmen annelik vazifesini özenle sürdürür.

    Yavru guguk kuşunun yumurtadan çıkar çıkmaz yaptığı ilk iş yuvadaki diğer yumurtaları sırtlayarak yuvadan aşağı atmaktır. Böylece yuvadaki bakıcı ebeveynler yalnızca kendisini besleyecektir.

    Yaban Arısı Pepsis'in Tarantula İle Savaşı

    Dev yaban arısı "pepsis" üreme mevsimi boyunca, diğer birçok hayvanın aksine, yuva yapmak, kuluçkaya yatmak gibi işlerle uğraşmaz. Çünkü yaratılışında ona verilen üreme mekanizması çok farklıdır. Yaban arısı, dünyanın en iri ve en zehirli örümceği olan tarantulayı kullanarak yumurtalarını besleyip-koruyacaktır.

    Tarantulalar genellikle toprak altında kazdıkları tünellerde saklanırlar. Ancak yaban arısı, tarantulanın kokusuna hassas özel algılayıcılarla donatılmıştır ve bu nedenle avını bulması pek de zor olmaz. Ancak tarantula sık rastlanacak türden bir hayvan değildir. Bu yüzden yaban arısının tek bir tarantula bulmak için saatlerce toprak üzerinde yürüdüğü olur. Bu yolculuk sırasında duyargalarının hassasiyetlerini kaybetmemesi için onları sık sık temizlemeyi de ihmal etmez.

    Tarantula bulunduğunda ise büyük bir savaş başlar. Tarantulanın asıl silahı öldürücü olan korkunç zehiridir. Mücadelenin ilk başında tarantula hemen arıyı sokar. Ama bu yaban arıları (pepsis) tarantulanın zehirine karşı özel bir panzehirle korunmuştur. Vücutlarındaki özel bir salgı sayesinde örümceğin kuvvetli zehirinden etkilenmezler.

    Bu durumda örümceğin arıya karşı yapabileceği pek bir şey yoktur. Sokma sırası arıya gelmiştir. Örümceği karnının sol üst tarafından sokan arı zehirini buraya boşaltır. Örümceğin vücudunun bu kısmının seçilmesi son derece ilginçtir; çünkü örümceğin en hassas yeri bu bölgedir. Olayın en ilgi çekici yanı bu aşamadan sonra başlar: Arının zehiri, tarantulayı öldürmek için değil onu felç etmek için vücuduna konulmuştur.


    Pepsis tarantulayı karnının sol üst tarafından sokar (sağda). Bu bölge, tarantulanın felç olması için en uygun noktadır.

    Hareketsiz kalan tarantulayı sürükleyerek uygun bir yere taşıyan yaban arısı, burada bir çukur kazar ve tarantulayı çukurun içine taşır. Bundan sonra tarantulanın karnında bir delik açan yaban arısı buraya tek bir yumurta bırakır

    Birkaç gün içinde yumurtadan pepsisin yavrusu çıkar. Yavru değişim geçireceği koza dönemine kadar tarantulanın etini yiyerek beslenecek ve onun vücudu içinde korunacaktır.

    Yaban arısı, üreme mevsimi boyunca bırakacağı 20 yumurtanın her biri için, bir tarantula bulmak zorundadır.

    Bu inanılmaz yönteme baktığımızda görünen, arının üreme sisteminin özel olarak tarantulaya ayarlanmış biçimde yaratıldığıdır. Aksi halde, arının vücudunda tarantula zehrine karşı panzehir bulunması, ya da tarantulayı felç edecek nitelikte bir sıvı salgılaması hiçbir şekilde açıklanamaz

    Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir.(Şuara Suresi, 28)

    Olağanüstü Bir Doğum Hikayesinin Kahramanı: Kanguru

    Kanguruların üreme sistemi diğer memelilerden oldukça farklıdır. Kanguru embriyosu, normalde rahimde geçirmesi gereken evrenin bir kısmını rahmin dışında tamamlar.

    Döllenmeden kısa bir süre sonra, henüz bir santimetre boyunda olan kör kanguru yavrusu dünyaya gelir. Genellikle bir seferde tek yavru doğar. Bu aşamadaki yavruya "neonat" adı verilir. Bu aşamayı tüm memeliler anne karnında geçirirken, kanguru yavrusu daha bir santimetre boyundayken dünyaya gelmektedir. Henüz doğru dürüst gelişmemiştir; ön ayakları belli belirsiz bir halde ve arka ayakları da küçük çıkıntılardan ibarettir.

    Elbette bu haldeyken annesinden ayrılması mümkün değildir. Rahimden çıkan neonat ön ayaklarıyla kendisini çekerek annesinin kürkünün içinde hareket etmeye başlar ve yaklaşık üç dakikalık yolculuk sonunda annesinin kesesine varır. Diğer memeliler için anne rahmi neyse, küçük kanguru için de bu kese odur. Ama önemli bir fark vardır. Diğerleri dünyaya bebek olarak gelirken, kanguru yavrusu, rahimden çıktığında şekil itibariyle tam bir embriyodur. Ayakları, yüzü ve daha pek çok uzvu henüz son halini almamıştır.

    Anne kesesine ulaşan yavru dört meme ucundan birine tutunur ve süt emmeye başlar.

    İşte tam bu dönemde anne yeniden çiftleşme sürecine girmiş, rahminde yeni bir yumurta oluşmuştur. Dişi yeniden çiftleşir ve yeni yumurta döllenir.

    O'nun bilgisi olmaksızın, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitaptadır.
    Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır.
    Fatır Suresi, 11


    Ancak bu sefer yumurta hemen gelişmeye başlamaz. Bu esnada Orta Avustralya'da çoğu kez olduğu gibi kuraklık varsa, rahimdeki döllenmiş yumurta kuraklık atlatılana kadar yine gelişmemiş olarak durur. Ama tam tersine yağışlar yoğunsa ve iyi yetişmiş otlaklar bulunuyorsa yumurtanın gelişimi yeniden başlar.

    Tabi burada karşımıza, bu hesabı kimin yaptığı, yumurtanın gelişimini, dışardaki şartlara göre kimin ayarladığı sorusu çıkmaktadır. Bu ayarlamayı, elbette yumurtanın kendisi yapamaz; o zaten henüz tam bir canlı değildir, bilinci yoktur, dışardaki hava durumundan ise hiç haberi yoktur. Bu ayarlamayı, annenin kendisi de yapamaz, çünkü o da diğer canlılar gibi, vücudunun içindeki gelişmeleri kontrol etme imkanına sahip değildir. Bu olağanüstü olayı, kuşkusuz yumurtayı da, anneyi de yaratan Allah denetlemektedir.

    Hava şartları uygun olduğunda, döllenmeden 33 gün sonra fasulye büyüklüğündeki yeni neonat, annenin rahim ağzından kıvrılarak çıkar ve aynı kardeşi gibi sürünerek keseye ulaşır.

    Bu arada kesede bulunan ilk neonat da bir hayli büyümüştür. Kesedeki 1 cm.lik kardeşine hiçbir zarar vermeden hayatını sürdürür. 190 günlük olduğunda, kesenin dışına ilk yolculuğunu yapacak erginliğe erişmiştir. Bundan sonra zamanını daha çok kese dışında geçirecek, doğumunun 235. gününde ise keseyi tamamen terk edecektir.

    Dişi ikinci yavrunun doğumundan kısa süre sonra bir defa daha çiftleşir. Böylece dişi kendisine bağımlı üç bebeğe sahip olur. Birincisi, genç, ayakta ot kemirebilen ancak arada süt emmeye geri dönen, ikincisi memeden süt emerek gelişen küçük yavru, üçüncüsü ondan çok daha küçük olan neonat.

    Değişik gelişim sürecindeki üç yavrunun anneye bağımlı olmasından daha da ilginç olan, 3 yavrunun da büyüklüklerine göre farklı nitelikteki sütle beslenmesidir.

    Bir yavru kese içindeki memeye vardığında emmeye başladığı süt renksiz ve berrak iken, giderek beyazlaşmaya ve gerçek süt görünümünü almaya başlar. Sütün birleşimindeki yağ ve diğer bileşikler yavrunun büyümesine paralel olarak zamanla iyice artar.

    Bu yavru kendi bünyesine göre hazırlanmış sütü emmeye devam ederken hemen ardından doğan ikinci yavrunun ulaştığı memeden de hazmı kolay olan süt verilmeye başlanır. Böylece anne vücudu aynı anda iki değişik nitelikte süt üretmeye başlar. Üçüncü yavru dünya geldiğinde ise, farklı nitelikte üretilen sütlerin sayısı üçe çıkar. Büyükler için yüksek besin değerli, küçükler için düşük yağ ve besin oranına sahip üç değişik süt üretilir. Burada dikkat çekici bir diğer nokta da her doğan yavrunun kendine hazırlanan memeyi bulabilmesidir. Aksi takdirde vücuduna zararlı olacak birleşimdeki sütü emecek ve aldığı süt kendisine zarar verecektir.

    Bu beslenme sistemi de olağanüstüdür ve özel bir yaratılışın eseri olduğu çok açıktır. Annenin bu işi bilinçli olarak düzenleme imkanı yoktur. Bir hayvan, nasıl olur da, farklı büyüklüklerdeki yavruların ihtiyacı olan sütün bileşimini hesaplar? Hesaplasa bile, bunu nasıl kendi vücudunda üretebilir? Bu üç ayrı sütü, üç ayrı kanaldan nasıl verebilir?

    Kuşkusuz kangru bunların hiçbirini yapmamaktadır, onun, vücudundan çıkan sütün üç ayrı türü olduğundan haberi bile yoktur. Bu, olağanüstü işlem, kuşkusuz Allah'ın üstün yaratışından kaynaklanmaktadır.

    28 Şubat 2011 Pazartesi

    Megapod Kuşu'nun Isı Teknolojisi - Kuluçka Makinesi

    Pasifik adalarında yaşayan megapod isimli kuş, yavruları için ilginç bir "kuluçka makinesi" hazırlar.

    Dişi megapod, yaz mevsimi boyunca her 6 günde bir tane yumurta yumurtlar. Ancak megapodun yumurtaları kendi boyutuna göre oldukça büyük, neredeyse devekuşu yumurtası kadardır. Bu nedenle de anne megapod, ancak birinin üzerinde kuluçkaya oturabilir. Bu durumda, ilerleyen her altı günde bir annenin yumurtlayacağı yeni yumurtalar, açıkta kalma, dolayısıyla da ısı yetersizliğinden ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Oysa megapod için bu bir sorun değildir. Çünkü az önce de belirttiğimiz gibi, bu sorun, bir tür kuluçka makinesi sayesinde çözülür. Baba megapod, doğada en kolay bulunan materyalleri yani kum ve toprağı kullanarak, kuluçka makinesi üretecek yetenekte yaratılmıştır.


    Baba megapod, yumurtalar için çukur kazarken , dişi bu işe hiç mühale etmeden yanlızca denetçilik yapar. Yumurtalar, çatlama vakti geldiğinde, kum yığını içinden çıkarılırlar.

    Bunun için baba megapod, daha yumurtlama devresi başlamadan 6 ay önce, dev pençeleriyle 5 metre çapında ve 1 metre derinliğinde bir çukur kazmaya başlar. Ardından çukuru yaş otlar ve yapraklarla doldurur. Bundaki amaç, çürüyen bitkilerdeki bakterilerin ürettiği sıcaklığı, yumurtalar için kullanmaktır.

    Ancak bu işlemin gerçekleşmesi için ek düzenlemeler de gerekmektedir. Çünkü bitkilerin çürümelerinin ve ısı açığa çıkarmalarının asıl nedeni, megapodun bitki yığını içine yaptığı huni biçimindeki deliktir. Bu delik kış boyunca yağmurun içeri sızmasını ve organik maddelerin nemli tutulmasını sağlar. Böylece nem nedeniyle üzeri kumla örtülmüş olan bitkilerde çürüme başlar ve ısı açığa çıkar. İlkbaharın, yani Avustralya için kurak mevsimin başlamasından az önce erkek, çürümüş bitki tabakasını havalandırmaya başlar. Bu ısı dengesinin korunması içindir. Dişi kuş da arasıra çukurun yanına gelerek erkeğin çalışıp çalışmadığını kontrol eder. Sonunda dişi, çürüyen bitkilerin üzerindeki kuma yumurtlar.

    "Kuluçka makinesi"nin üstündeki yavruların gelişebilmesi için, ısının (+) 33°C'de sabit tutulması gerekmektedir. Erkek, bunu sağlayabilmek için, bir termometre kadar hassas gagası ile sık sık kumların ısısını ölçer. Gerekirse yükselen ısıyı düşürmek için havalandırma delikleri açar. Öyle ki dışarıdan kum öbeğinin üzerine 1-2 avuç toprak atılacak olsa, erkek megapod hemen fazla kumu ayaklarıyla dışarı atarak, ısıdaki en küçük bir değişimi bile engeller. Bu koruma altında yavrular dünyaya gelir. Dünyaya yeni gelen yavrular o kadar gelişmiştir ki, yumurtadan çıktıktan bir kaç saat sonra uçabilirler.

    İnsanoğlunun bile yapmakta zorlanacağı böyle bir işi, bu hayvanlar milyonlarca yıldır nasıl başarmaktadır? Hayvanlarda, insan gibi bir bilinç olmadığını bildiğimize göre, bu olayın tek açıklaması, hayvanın bu iş için "programlanmış", önceden bu işi yapacak şekilde yaratılmış olduğudur. Aksi halde, ne bu iş için altı ay önceden hazırlık yapması, ne de karmaşık kimyasal işlemin yapısını bilmesinin açıklanması mümkün değildir. Neden yumurtaları korumak için böyle bir zahmete giriştiği ise başlı başına bir sorudur. Tek cevabı ise, Allah'ın canlılara verdiği çoğalma ve yavruları koruma isteğinde gizlidir.