31 Ocak 2011 Pazartesi

Optik Kurallarını Bilen Kelebekler


Çevremiz, her biri özel bir tasarım ürünü olan ve akılcı davranışlar gösteren pek çok canlı ile doludur. Örneğin bir kelebeğin ya da bir karıncanın, vücudunda kendi kendine sistemler kurması ve bunları nasıl kullanacağını kendiliğinden bilmesi elbette mümkün değildir. Allah tüm canlı türlerini sahip oldukları özelliklerle birlikte ve bu özellikleri nasıl kullanacaklarını bilerek bir anda yaratmıştır.

Fizikçilerin optikte kullandıkları üç temel kural vardır. Bunlar sırasıyla;

  1. Bir yüzey, üzerine gelen güneş ışınlarının yüzeyle yaptığı açı 90 dereceye yaklaştıkça ısınır.

  2. Aynı açıda güneş ışını alan iki yüzeyden koyu renkli olanı daha çok ısınır.

  3. Yansıtıcı bir yüzey, üzerine gelen ışını normali (yüzey ile 90 derece yaptığı var sayılan dikme) ile kaç derece yapıyorsa o açıyla yansıtır.

Bu kuralları genellikle fizik bilimi ile ilginenler bilirler, dolayısıyla bugün pek çok insan bu kuralların varlığından haberdar bile değildir. Bunların günlük hayatta nasıl etkileri olduğundan ya da ne işe yaradıklarından da habersizdirler. Elbette ki optik kurallarının herkesce bilinmemesi son derece doğaldır. Ancak şaşırtıcı olan, bu kuralları çok iyi bilen başka canlıların olmasıdır.

Pek çok kişinin bilmediği ya da farkında olmadığı bu kurallardan kelebekler haberdardır. Üstelik kelebekler bu optik kurallarından günlük yaşamlarında da faydalanmaktadırlar. Bu konuyu Colias kelebeklerinden örnek vererek açıklayalım.

Colias kelebeği vücut sıcaklığı 28oC'den düşük olduğunda uçamaz. Bu durumda hemen kanatlarını açar ve sırtını güneşe dönerek güneş ışınlarını dik alacak şekilde durur. Kelebek yeterince ısınıp vücut ısısı 40oC'ye kadar çıktığında kendi ekseni etrafında 90 derece döner. Böylece güneş ışınlarını yatay alır hale gelir. Bu hareket ile güneş ışınlarının ısıtıcı etkisi en aza indirilmiş olur. Dolayısıyla kelebeğin vücut ısısı düşmeye başlar.

Bunların yanı sıra bu cins kelebeklerin kanatlarında siyah lekeler bulunur. Bu lekeler ısıyı kelebeğin vücudunda toplamaya yarar. Üstelik bunlar vücudun en çok ısınmaya ihtiyaç duyduğu bölgelerine yakın olarak 'yerleştirilmiştir'. Böylece diğer bölgelerden daha çabuk ısınan lekelerden yapılacak ısı nakli için kullanılan mesafe kısalmış olur.

Pieris cinsi kelebekler ise kanatlarını öyle bir açıda ayarlarlar ki, tıpkı bir mercekteki gibi tüm ışınları vücutlarının en çok ısınması gereken bölgelerinde toplayabilirler.


Şüphesiz bu kelebekler hayatlarının hiçbir döneminde fizik-optik eğitimi almamışlardır. Fizik kurallarından, hangi açının güneş ışınlarını daha verimli alacağından da haberdar değildirler. Bütün bunlar kelebeklere 'öğretilmektedir'.

Bu canlılara en verimli şekilde ısınmak için neler yapmaları gerektiğini ilham eden, her şeyi koruyan ve gözeten Allah'tır. Rabbimiz'in, her şeyin hakimi olduğu bir ayette şöyle haber verilmektedir:

"Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır." (Hac Suresi, 64)

26 Ocak 2011 Çarşamba

Baykuşun Gözlerindeki Tasarım ve Görme Fizyolojileri

Kuşlarda en gelişmiş duyular görme ve işitmedir. Avcı kuşlarda daha ziyade görme duyusu güçlüdür. Gece avlananlarda ise işitme duyusu daha hassastır. Kuşların çoğunda gözler çoğunlukla kafanın iki yanındadır. Bu tasarım sayesinde geniş bir görüş açısı kazanır.

Gece avlanan yırtıcı kuşların gözlerinin kafalarının ön kısmında olması ise yine kusursuz bir tasarımdır; çünkü bu kuşlar geniş görüş açısından çok, "binoküler" olarak adlandırılan, dar ama daha net görüntü açısına ihtiyaç duymaktadır. (İnsanlar da aynı görüntü açısına sahiptir.)

Güvercin Baykuş
baykus
güvercin
baykus
Başının her iki yanında bulunan gözler, güvercine çok geniş bir görüş alanı sağlamaktadır. (turuncu ve sarı alanlar). Baykuşun gözleri başının önünde bulunur. Bu tasarım, kuşa çok verimli ve net bir "binoküler" görüş kazandırır (sarı alan). Bu tasarım doğal olarak geniş bir kör bölge oluşturmaktadır, ancak bu, kuşa hiçbir dezavantaj vermez. Çünkü başını yaklaşık 270 derece çevirebilmekte ve istediği anda kolaylıkla arkasına dönüp bakabilmektedir.

baykusBaykuşların üstün özelliklerinden bir diğeri de gözleridir. Başın ön tarafına yerleştirilmiş olan gözler oldukça büyüktür. Bazı türlerde vücut ağırlığının yüzde beşini gözler oluşturur. Bu oldukça büyük bir orandır. Eğer bizim için de böyle bir oran geçerli olsaydı gözlerimizin büyüklüğünün iri bir greyfurt kadar olması gerekirdi. Baykuşun gözlerinin böyle büyük olarak tasarlanmasının sebebi özellikle az ışıklı durumlarda verimliliğini arttırmaktır. Büyük gözler daha çok görüntü hücresi içerir. Bu da daha iyi görüntü demektir. Avcı bir kuşun gözünde bir milyondan fazla görüntü hücresi bulunur.

İnsan gözünün aksine kuş gözü göz yuvalarına sabit oturmuştur. Gözün şekli de küre değil uzatılmış bir tüp gibidir. Bunlar kafatasındaki Sclerotic halkalar adı verilen kemiksi yapılar tarafından yerlerinde tutulurlar. Bu nedenle gözlerini oynatamazlar yani sadece doğrudan önlerine bakabilirler!

Ancak bu kesinlikle bir eksiklik değildir. Baykuştaki kusursuz tasarım boyunlarının büyük dönüş kapasitesi ile tamamlanmıştır. Kuşun uzun ve esnek boynu tüyler arasına saklandığından hiç yokmuş gibi görünür. Bir baykuşun boynunda 14 tane omur vardır ki, bu, insandaki omur sayısının tam iki katı kadardır. İşte bu tasarım baykuşun kafasını tam 270 derece döndürebilmesini sağlar. Bu sayede baykuşların görüş açıları da oldukça genişler. Böylece baykuş, kafasını dairenin dörtte üçü kadar çevirerek tüm çevresini hızlı bir şekilde görebilir.

Baykuş 270 dereceye hakimken insanın kafasını hareket ettirerek elde ettiği en yüksek görüş açısı 180 derece, yani bir dairenin yarısı kadardır. Normal bakıldığında ise yaklaşık 150 derecedir.

(Jillyn Smith, Sense and Sensebilities, Wiley Science Edition, s. 70.)

Baykuşun avlanmak için kullandığı en önemli organı gözleridir. Gece insanların gördüğünden 10 kat daha net görür.

(Tony Feddon, Animal Vision, Life Nature Library Naturel Watch Series 1988, s. 103.)

Bütün kuşların gözleri başlarının yan taraflarında yer alırken baykuşların gözleri, tıpkı insanlarınki gibi öndedir. Gözlerinin öne doğru olması baykuşlara dürbün görüşü sağlar (bir nesneyi aynı anda iki gözle görmek). Hayvan dürbün görüşü sayesinde nesneleri üç boyutlu olarak görüp hatasız bir uzaklık tespiti yapabilir.

Ayrıca karanlıkta görebilmeleri için gözlerinin ışık toplama ve işleme verimi yüksek olmalıdır. Allah baykuşlara bu ihtiyaçlarına uygun olarak büyük bir kornea ve gözbebeği vermiştir. Gözbebeğinin boyutu iris (kornea ile lens arasında asılı bulunan ince zar) tarafından kontrol edilir. Gözbebeği büyüdüğünde daha fazla ışık göz merceğinden geçip retinaya düşer. Retina görüntünün üzerinde oluştuğu hassas dokudur.

Baykuşun retinasında çubuk hücresi olarak adlandırılan ve ışığa karşı oldukça duyarlı olan çok sayıda hücre bulunur. Bu hücreler ışığa ve harekete çok duyarlı olmalarına rağmen, renklere karşı o kadar hassas değildirler. Renge tepki veren hücrelere koni hücreleri denir. Baykuşlarda bu hücrelerden çok az bulunur. Bu yüzden de baykuşlar ya siyah beyaz ya da çok az renk görürler. Ancak bu, keskin işitme ve görme duyularına sahip olmaları nedeniyle bir dezavantaj oluşturmaz.

Pek çok kimse olağanüstü gece görüşleri olduğundan dolayı, baykuşların genellikle güçlü ışıkta göremediklerini zanneder. Bu doğru değildir, çünkü gözbebeklerinde doğru miktardaki ışığın retinanın üzerine düşmesini sağlayan geniş bir ayarlama özelliği vardır. Hatta bazı baykuş türleri parlak ışıkta insanlardan bile daha iyi görürler.

Parçaları Birleştiren Gözler

Kuşlar insanlardan daha hızlı görüş gücüne sahiptirler ve daha geniş bir açıyı çok daha detaylı tarayabilirler. Bir kuş, insanın parça parça görerek algıladığı birçok görüntü karesini, tek bir bakışta bir bütün olarak görebilir.

Baykuşlar ve benzeri gece kuşları diğer canlılara göre geceleri daha iyi görebilirler. Gece besin arayan kuşlar, hızla hareket eden küçük hayvanları avlarlar. Avlarını yakalamak için küçük hareketleri görmeleri gerekir. Bu kuşlar için en iyi göz, grinin tonlarını görendir. Yani dünyaları siyah-beyaz bir televizyonun görüntüsü gibidir. Bu gözlerin ortak özelliği, içlerinde yüksek sayıda çubuk (ışığı karşı hassas) hücreleri bulunmasıdır. Gözde ne kadar çubuk varsa geceleri o kadar iyi bir görüntü sağlanır.

Gece karanlıkta avlanan bir hayvanın renkleri görmeye ihtiyacı yoktur, bu yüzden gözlerindeki koni hücrelerinin sayısı azdır.

Bu yazıyı okumakta olduğunuz son bir dakika içinde, gözünüzü yaklaşık olarak 22 kere kırptınız. Bu sayede gözünüzün temizliği ve nemliliği sağlanmış oldu. Gözünüzü kırptığınız anda gözünüz saniyenin bir bölümü için vazifesini yerine getiremedi. İnsan için büyük bir önem taşımayan bir anlık bu görüntü kaybı yüzlerce metre yükseklikte, büyük bir hızla uçan bir kuş için önemli bir problem teşkil edebilirdi. Oysa, bir kuş gözünü kırparken hiçbir zaman görüntüsünde kesinti olmaz. Çünkü kuşun, göz kırpma zarı denilen üçüncü bir göz kapağı vardır. Bu zar şeffaftır ve gözün bir yanından diğer yanına doğru hareket eder. Böylelikle kuşlar gözlerini tamamiyle kapamadan gözlerini kırpabilirler. Suya dalan kuşlar için bu zar, dalgıç gözlüğü görevini görür ve göze zarar gelmesini engeller.

Baykuşun Hassas Radarları: Kulaklar

Baykuşların işitme sistemi pek çok canlıya göre oldukça üstündür. Kulakları gözlerinin arkasında, kafasının yanlarında bulunur. Bir baykuşun duyum eşiği insanınkinden farklı değildir. Ama baykuşlar belli frekanslardaki seslere daha duyarlı olduklarından yaprakların veya çalıların altındaki avlarının çıkardıkları en ufak sesleri bile duyarlar.

baykusPeçeli baykuş veya Tengmalm (Boreal) baykuşu gibi bazı türlerin, kulaklarından biri diğerinden daha yukarıdadır. Bu türlerin, sesleri kulak deliklerine yönlendiren bir nevi radar çanağı görevi gören yüz yuvarlakları vardır. Bu yuvarlağın şekli özel yüz kasları kullanılarak isteğe göre değiştirilebilir. Ayrıca baykuşun gagası ses dalgalarının üzerine toplandığı alanın artması için aşağı doğrudur.

Bir baykuş, bu son derece hassas kulakları; yaprak, yeşillik hatta kar altındaki avının hareketlerini dinleyip yerini tespit etmede kullanır.

Baykuş avının yerini saptamak için, 2 tip işitsel sinyal kullanıyor: biri geçici bir bilgi sağlıyor, diğeri sesin şiddetindeki değişimi algılamasına yarıyor. Sağ yanında hareket eden bir farenin ayak sesi ilk etapta sağ kulak tarafından algılanıyor, sonra sol kulak tarafından. Sağ ve sol kulağın algılama süresi arasındaki zaman farkı saniyeden çok daha küçük bir birimle ancak ifade edilebilir. Bu iki sinyal baykuşun beynindeki özel nöronlara aktarılıyor. Aynı anda, kulakları sağ ve sol arasındaki bu mikro zamanı tespit ediyor ve aynı nöronlara yollanıyor. ABD'li 2 araştırmacıya göre beyinde 2 boyutlu ses haritası oluşmasını sağlayan en önemli etken bu 2 tip sinyalin birleşimidir. Tüm bu özellikleri ile yaratılış harikası olan baykuş, üzerinde düşünülmesi gereken bir varlıktır.

Baykuş avının yerini duyduğu sesin sol ve sağ kulak tarafından algılanma zamanları arasındaki farktan tespit eder. Örneğin eğer ses baykuşun sol tarafından geliyorsa, o zaman sol kulak bunu sağ kulaktan önce duyacaktır. Kafasını çeviren baykuş, sesi her iki kulağıyla aynı anda duyduğunda avının tam karşısında olduğunu anlar. Baykuşlar sol/sağ zaman farkını 0.00003 saniye farkla teşhis edebilirler.

Bir baykuş asimetrik ve aynı olmayan kulak deliklerini kullanarak sesin aşağıdan mı yoksa yukarıdan mı geldiğini de anlayabilir. Sola, sağa, yukarı, aşağı işaretlerin çevirisi anında baykuşun beyninde birleştirilir ve ses kaynağının bulunduğu yerin zihinsel görüntüsü oluşur. Baykuşun beyni ile ilgili yapılan çalışmalarda, işitmeyle ilgili olan bölümünün diğer kuşlarınkinden çok daha karmaşık olduğu ortaya çıkmıştır. Bir peçeli baykuşun beyninin bu bölgesinde en az 95.000 nöron (sinir hücresi) olduğu saptanmıştır. Bu, karganın aynı iş için kullandığı sinir sayısının tam üç katıdır.

David Attenborough, The Life of Birds, s.100

Allah'ın kusursuz yaratma sanatının bir tecellisi olan baykuş ve diğer canlılar üzerinde her akıllı insanın düşünmesi gerekir. Bunlar Allah'a yakınlaşmak ve O'nun gücünü takdir edebilmek için birer vesiledir.

Baykuşların Soğuktan Koruyan ve Düşmanlarını Caydıran Tüyleri

baykusGece avının bir diğer zorluğu hava sıcaklığının düşmesidir. Allah baykuşlara bu zorluğa karşı da bir farklı bir özellik vermiştir. Vücut yapılarını incelediğimizde diğer yırtıcı kuşlar içinde en kalın tüylere sahip olanların baykuşlar olduğunu görürüz. Örneğin resimde görülen ve karlı bölgelerde yaşayan bu baykuş türünün özellikle bacaklarının ve ayaklarının üzerinde son derece kalın tüyler vardır. Allah'ın onları donattığı bu özel tasarım sayesinde baykuşlar soğuktan etkili bir şekilde korunmuş olur.

John Hendrickson, Raptors, Birds of Prey, s. 11

Sahte Gözler

baykus Tüyleri baykuşu yalnızca soğuktan korumakla kalmaz, tüylerinin üzerindeki desenler bazı türlerin düşmanlarından kamufle olmasını sağlar. Örneğin, göz benzeri benekleri olan baykuşun (Glaucidium perlatum) başının arkasında belirgin gözleri bulunan taklit bir yüz bulunur. Allah'ın baykuşta özel olarak yarattığı bu taklit yüz, arkadan gelen düşmanları caydırıp uzaklaştırmak içindir.

Prof. Peter JB Slater,The Encyclopedia of Animal Behaviour, s.62

Yavru Baykuş Yavru Baykuş

Yavru Baykuşun Düşmanlarını Caydırıcılığı

Yavru bir baykuş korkutulduğunda, dışa açılan kanatlarını ve kafasındaki tüylerini çok iri gözükene kadar kabartarak korkutucu bir görünüm alır. Bir yandan da davetsiz misafirlere büyük gözlerini ardına kadar açarak bakar. Bu sayede yavru baykuşun yüzü çok daha büyük bir hayvanın yüzü gibi görünür.

Jill Bailey, Mimicry and Camouflage, s.44

Biyomimetik: Baykuşun Uçuşu ve Hızlı Trenin Gürültüsü

Japon mühendis ve bilim adamları "500 serisi" olarak adlandırılan hızlı trenleri tasarlarken önemli bir problemle karşılaşmışlardır: Gürültü. Çözümü kuşların mükemmel tasarımında arayan Japonlar, çok geçmeden aradıklarını bulmuş ve başarılı bir şekilde uygulamışlardır.

Japonların ürettiği hızlı trenlerde "güvenlik" en önemli konulardan biridir. İkinci konu ise, Japonya çevre standartlarına uyumdur. Japonya dünyadaki demiryolu işletmeleri içerisinde en katı "gürültü standartları"na sahiptir. Bugün mevcut teknolojileri kullanarak daha hızlı gitmek oldukça kolaydır. Ancak bununla beraber daha sessiz gitmek nisbeten zordur. Japon Çevre Bakanlığı'nın düzenlemelerine göre, yerleşim merkezlerinde bir demiryolunun 25 metre uzağında gürültü seviyesi 75 desibel veya daha az olmalıdır. Kırmızı ışıkta duran arabaların yeşil ışık yandığında aynı anda kalktıklarında oluşan gürültü 80 desibeli geçmektedir. Bu değerlerle yapılan kıyaslama "Shinkansen" olarak adlandırılan hızlı trenin ne kadar sessiz olması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Trenin belli bir hıza ulaşana kadar çıkardığı sesin nedeni, tekerleklerin raylar üzerindeki hareketidir. Ancak hızı 200 km/s olduğunda sesin asıl kaynağı, trenin hava içindeki hareketiyle ortaya çıkan aerodinamik gürültüdür.

Aerodinamik gürültünün oluşmasındaki bir numaralı etken ise tepedeki tellerden elektrik almak için kullanılan pantograflar veya akım toplayıcılardır. Normalde kullanılan dikdörtgen şekilli pantograflarla gürültünün azalmayacağını fark eden mühendisler, araştırmalarını hızlı ama sessiz hareket eden canlılar üzerinde yoğunlaştırmışlardır.

Baykuş, tüm kuşlar içinde en sessiz uçuşu gerçekleştirir. Baykuşların düşük sesle uçmasının ardındaki sırlardan bir tanesi, kanatlarındaki kıvrımlardır. Baykuşların kanatlarında diğer kuşlarda bulunmayan pürüzlü tüyler vardır. Bunlar gözle bile görülebilirler. "Aerodinamik ses" hava akımında oluşan girdaplardan kaynaklanır. Girdaplar büyüdükçe ses de artar. Baykuşun kanadında pek çok pürüzlü çıkıntılar olduğundan, büyük girdaplar yerine küçük girdaplar oluşur ve baykuş son derece sessiz bir uçuş gerçekleştirir.

Japon mühendis ve tasarımcılar, doldurulmuş bir baykuşu rüzgar tünelinde teste tabi tuttuklarında, bu kuşun kanat yapısındaki mükemmelliği bir kez daha görmüşlerdir. Sonunda trenin üzerindeki gürültüyü, baykuşun sahip olduğu düzensiz tüy prensibine benzeyen kanat şeklinde pantograflar kullanarak etkin biçimde azaltmayı başarmışlardır. Bu sayede Japonların doğadan esinlenerek taklit ettikleri pantograf benzeri sistem, "işini en sessiz olarak yapan" ünvanını almaya hak kazanmıştır.

23 Ocak 2011 Pazar

Yunusların Ses Dalgaları ve Sonar Teknolojisi

Yunuslar, başlarında bulunan "melon" (kavun) adındaki özel bir organdan sıklığı saniyede 200 bin titreşime ulaşan ses dalgaları yollar. Bu canlı, kafasını hareket ettirerek dalgaları istediği tarafa doğru yönlendirebilir. Yayılan ses dalgaları katı bir cisme çarptığında yansıyarak yunusa geri döner. Balığın ağzının alt tarafı alıcı görevi görür. Alınan dalgalar önce iç kulağa, oradan da beyne gönderilir. Bu veriler oldukça hızlı olarak yorumlanır. Bu yorumlama sayesinde son derece hassas ve kesin bilgiler elde edilir. Yunus, bu sayede ses dalgasının çarptığı objenin hareket yönünü, hızını ve büyüklüğünü ayrıntılarıyla belirleyebilir.

Yunusun dalgaları yorumlama sistemi o kadar üstündür ki, bir balık sürüsü içindeki tek bir balığı bile izleyebilir. Hatta zifiri karanlıkta suda kendinden 3 km. uzakta duran iki ayrı metal parayı birbirinden ayırt edebilir.

Günümüzde, gemilerde ve denizaltılarda yön ve hedef tayininde SONAR70 adı verilen cihaz kullanılır. Sonarların çalışma prensibi, yunusların ses dalgalarını kullanma sistemiyle aynıdır.

ABD'de Yale Üniveritesi'nde keşif amacı ile kullanılacak bir robot geliştirilmiştir. Robotta, profesör ve aynı zamanda elektrik mühendisi olan Roman Kuc'un yunusların sonarını taklit ederek yaptığı sonar sistemi kullanılmıştır. Bu başarısına rağmen 10 yıldır sesüstü algılayıcılar ve robot teknolojisi üzerine çalışan profesör Kuc doğaya dikkat çekerek şöyle demektedir:

Sonar yapımı için doğaya daha yakından bakmalıyız, gözden kaçırdığımız herhangi bir şey olabilir.

Birisi size ses dalgalarının deniz suyunda saniyede 1500 m. hızla ilerlediğini söylese ve şöyle bir soru sorsa: İçinde bulunduğunuz bir denizaltıdan bir gemiye gönderilen ses dalgaları 4 saniye sonra geri geliyorsa gemi ne kadar uzaktadır?

Yapacağınız hesaplama sonucunda bulacağınız sonuç, 3 km. olacaktır. Yunuslar da benzer hesaplamaları büyük bir rahatlıkla yaparlar. Ancak elbette ki yunuslar ne ses dalgalarının sudaki yayılma hızını, ne çarpma işlemini ne de bölme yapmayı bilirler. Bu da bize, bütün bu işlemlerin yunuslar tarafından yapılmadığını, onların sadece Allah'ın kendilerine emrettiği şekilde hareket ettiklerini açık olarak gösterir.

Yunusların Mükemmel Hassas Sonarı

Amerikan Donanması için kuma gömülü deniz mayınları önemli bir problem oluşturuyor. Bu tür mayınlar mevcut sonar teknolojisiyle bulunamıyor. Bu handikapı aşmak isteyen Amerikalı yetkililer yunustaki sonar tasarımını teknolojide taklit etmeye çalışıyorlar. (Sciencenow: Spotting Mines With Dolphin Sonar, 18 Ekim 1998)

Yunusların sonar sistemi o kadar hassastır ki kumun altına gizlenen bir balığı bile kolaylıkla bulabilir.

Kailu’da bulunan Hawaii Deniz Biyolojisi Enstitüsü araştırmacılarından Whitlow Au, “Donanma, gömülü mayınlar konusuna oldukça fazla önem veriyor” diyor.

Bazı mayınlar fiberglastan yapıldığı için metal dedektörlerle bulunamıyorlar. Uzun dalga tarama yapabilen donanma sonarları, kuma gömülü mayınları bulamıyor. “Körfez savaşında birkaç büyük donanma gemisinde mayınların sebep olduğu önemli zararlar meydana gelmişti” bilgisini veriyor Au.

Bir yandan yunusları canlı mayın dedektörleri gibi eğitme projesi başlatan Amerikan Donanması, yunuslar konusunda uzman bilimadamlarıyla temas kurup elektronik bir yunus sonarı üretmenin yollarını arıyordu. Whitlow Au ve çalışma arkadaşları en sonunda böyle bir sonar üretmeyi başardılar. Bu yapay yunus sonarı, gönderdiği dalgaların yankısını izleyip deşifre eden özel bir bilgisayar ünitesine sahip. Bilim adamları geliştirdikleri bu sonarı çeşitli testlere tabi tuttular. Sonuçlar gayet olumluydu: Kumun yaklaşık 40 santim altındaki mayınları bulmada % 90 başarı sağlandı.

Washington D.C de bulunan Donanma Araştırmaları Laboratuvarı fizikçilerinden Robert Gragg projeyi ilgiyle izliyor. Gragg, “İşte bizim gitmemiz gereken yol bu” diyor.

Yunus sonarının mükemmel bir tarama aracı olduğu görülüyor. Peki ama yunuslar böyle gelişmiş bir sonara nasıl sahip olmuşlardır? Tam da kendilerine gerekli boyda ses dalgaları üretecek bu özel organı kafalarının ön kısmında kendi iradeleriyle üretmiş olabilirler mi? Elbette hayır.

Yunus sonarı tesadüfen meydana gelmiş olamaz. Bunu savunmak akıl ve mantığa aykırı bir hareket olur. Çünkü hiçbir tesadüf böyle kompleks sistemler meydana getiremez.


Yunus sonarını yaratan Alemlerin Rabbi Yüce Allah'tır. Allah herşeyi yoktan var edendir. Evrendeki herşey O’nun “Ol” kelimesiyle varolmuştur.

“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir” (Bakara Suresi, 117)


Avlanırken Deniz Süngeri Kullanan Yunuslar

Bundan 20 yıl önce Avustralyalı balıkçılar, Shark Bay'deki Bottlenose (şişeburunlu) cinsi yunusların ilginç bir alışkanlıklarının olduğunu fark ettiler. Yunuslar burunlarının üzerinde denizden topladıkları süngerleri taşıyorlardı. Bu sıradışı davranışı inceleyen bilim adamlarının vardıkları sonuç yunusların zekice bir avlanma tekniği geliştirdiklerini ortaya koydu. (Darwinistler Neleri Düşünmez) Zürih Üniversitesi Antropoloji Enstitüsü'nden Michael Krützen yunusların bu davranışlarıyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:



"Yunusların, süngerleri deniz tabanında balık avlarken kullandıklarına inanıyoruz. Süngerler büyük ihtimalle koruyucu bir eldiven görevi görerek yunusları, taşbalıklarının tehlikeli dikenlerinden koruyor. Sünger aynı zamanda deniz tabanında saklanan balıkları da rahatsız ederek harekete geçirir. Böylece yunuslar saklanan bu balıkları da daha kolay avlayabilirler."

Yunusların bu olağanüstü davranışları bize Allah'ın tüm canlılarda tecelli eden üstün aklını bir kez daha göstermektedir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

"Andolsun onlara; "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, tartışmasız; "Allah" diyecekler. De ki; "Hamd Allah'ındır." Hayır, onların çoğu bilmezler." (Lokman Suresi, 25)

Yunuslardaki sonar sistemi - Video İzle







Yunusların Kıyılardaki Avlanma Taktiği - Video İzle





20 Ocak 2011 Perşembe

Yunuslardaki Vurgun Yemeyi Önleyen Sistem

Yunuslar insanlarla kıyaslanamayacak kadar derin sulara dalabilirler. Bu konudaki rekor Balinagillerden Amber balığına aittir. Amber balığı bir nefes alışla 3000 metre derine dalış yapabilir. Gerek yunuslar gerekse balinalar bu tip dalışlara uygun bir tasarımda yaratılmışlardır. Palet şeklindeki kuyruklar suya dalmayı ve yüzeye çıkmayı oldukça kolaylaştırır. Dalış için yaratılmış bir başka tasarım da hayvanın ciğerlerinde gizlidir: Hayvan derine daldıkça üzerindeki suyun ağırlığı, yani basıncı artar. Bu basıncı dengelemek için, ciğerlerinin içindeki hava basıncını da giderek artırır. Ancak bu hava basıncı giderek çok yüksek derecelere çıkar. Aynı basınç bir insan ciğerine uygulansa, ciğer yırtılıp parçalanacaktır. İşte bu tehlikeye karşı yunusların vücutlarında çok özel bir koruma yaratılmıştır: Yunusların akciğerlerindeki bronşlar ve hava kesecikleri, basınca karşı son derece dayanıklı kıkırdak halkalarla korunmuştur. Yunusların vücutlarındaki bir diğer yaratılış örneği ise, vurgun tehlikesine karşı alınan tedbirdir. Dalgıçlar su yüzeyine hızlı çıkışlarda basınç farkından kaynaklanan bu tehlikeyle karşılaşırlar . Vurgunun nedeni, akciğerlere çekilmiş olan havanın ani bir biçimde kana karışarak damarların içinde hava kabarcıkları oluşturmasıdır.


Bu baloncuklar kan dolaşımındaki düzeni bozarak ölüm tehlikesi meydana getirir. Balinalar ve yunuslar ise bizler gibi akciğerleriyle solumalarına karşın böyle bir problemle asla karşılaşmazlar. Bunun nedeni, derinlere dalarken insanlar gibi dolu ciğerle değil, boş ciğerle hareket etmeleridir. Ciğerleri hava ile dolu olmadığı için, bu havanın basınç değişikliği nedeniyle kana karışması ve dolayısıyla "vurgun yeme" tehlikesi ile karşı karşıya kalmazlar. Ama asıl soru burada ortaya çıkar: Eğer ciğerlerini hava ile doldurmuyorlarsa, oksijensiz kalıp boğulmaktan nasıl kurtulurlar? Bu sorunun cevabı, bu canlıların kaslarındaki yüksek orandaki "miyoglobin" proteinidir. Bu miyoglobin proteinleri, çok yüksek miktarda oksijen molekülünü kendi üzerlerine bağlar ve muhafaza ederler. Yani canlı için gereken oksijen, ciğerdeki havada değil, doğrudan kasların içinde saklanır. Yunuslar ve balinalar bu sayede uzun süre nefes almadan yüzer ve diledikleri kadar da derine dalabilirler. İnsanlarda da miyoglobin proteini vardır, ama çok daha az oranda olduğu için, aynı yüzme serbestliğini sağlamamaktadır. Yunus ve balinalara özel olan bu biyokimyasal ayarlama, elbette bilinçli bir tasarımın açık delilidir. Allah, her canlı gibi deniz memelilerini de içinde bulundukları şartlara en uygun vücut yapılarıyla yaratmıştır.

Yunuslar ve Sosyal Dayanışmaları

Yunuslar her nefes alışlarında ciğerlerinin % 80-90'ını havayla doldururlar. Oysa çoğu insan için bu oran ancak % 15'i bulur.Yunuslar için nefes almak insanlarda veya diğer kara memelilerinde olduğu gibi bir refleks değildir, iradeli bir harekettir.Yani biz nasıl yürümeye karar veriyorsak, yunuslar da nefes almaya karar verir. Bu, hayvanın suda uyurken boğularak ölmemesi için alınmış bir tedbirdir. Yunus uykusu sırasında beyninin sağ ve sol yarım kürelerini yaklaşık on beş dakika arayla nöbetleşe kullanır. Bir yarım küre uyurken, diğer yarım küre yüzeye çıkarak hayvanın nefes almasını kontrol eder.

Yunusların ağızlarındaki gagaya benzer çıkıntı ise sudaki hareketlerini kolaylaştıran bir başka tasarımdır. Hayvan bu yapı sayesinde suyu daha iyi yarmakta ve daha az enerji harcayarak daha hızlı yüzebilmektedir. Modern gemilerin burunlarında da yunus ağzına benzer bir çıkıntı vardır. Bu hidrodinamik tasarım, gemilerin hızını da aynen yunuslarınki gibi artırmaktadır. (Darwinizmin Sonu)

Dayanışma Esasına Dayalı Sosyal Yaşamları

Yunuslar çok büyük gruplar halinde yaşar. Güvenli bir koruma için dişiler ve yavrular böyle bir grubun ortasında yer alır. Grubun hasta üyesi yalnız bırakılmaz, ölene kadar grubun içinde tutulur. Bu güçlü dayanışma bağı, yeni bir yavru gruba katıldığı ilk günden itibaren başlar. Yunus yavruları önce kuyrukları dışarı çıkacak biçimde doğarlar. Bu sayede doğum tamamlanana kadar yavrunun havasızlıktan ölmesi önlenmiş olur. En son yunusun başı doğum kanalından çıkar çıkmaz, ilk nefesini alması için hızla su yüzeyine çıkarılır. Genellikle, yardım amacıyla anne yunusa bir başka dişi yunusta eşlik eder. Diş yunus doğumdan sonra annesini emzirir. Süt emmek için dudağı olmayan yavru annesinin karnındaki bir yarıktan çıkan iki süt kaynağından beslenir. Bu bölgeye ufak ağız darbeleriyle dokunduğunda fışkıran sütle beslenir. Yavru her gün onlarca litre süt içer. Bu sütün %50'si yağ meydana gelir (ineklerde ise süt ün %15'i yağdır). Bu sayede, vücut ısısını dengelemesi için gerekli olan deri yağı hızla oluşur. Hızlı dalışlar esnasında diğer dişiler yavruyu aşağı doğru iterek yardımcı olurlar. Ayrıca, yavruya avlanmayı ve sonarını kullanmayı da öğretirler. Bu yıllarca süren bir eğitim safhasıdır. Bazıları yıllarca sevdikleri bir aile üyesinin peşinden ayrılmazlar. 30 sene boyunca bu böyle devam edebilir. http://www.hayvanlardafedakarlik.com/

Yunuslardaki ilgi ve şefkat- Video İzle





19 Ocak 2011 Çarşamba

Monark Kelebeklerinin Hayret Verici Yolculuğu

Monark Kelebeklerinde Biyolojik Pusula Keşfedildi

Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3.200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, çok ilginç bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar...

Bilim adamlarının son yaptığı araştırmalardan birinde, Monark kelebeklerinin gizemlerle dolu göçünün sırlarından biri ortaya çıkarıldı. Buna göre kelebekler 'içsel saat'leri sayesinde yönlerini tayin ediyorlar.

Bilim Adamları İçin Büyük Bir Sır

Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3.200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, çok ilginç bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Kanada'dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika'dır. Bu ülkeler arası yolculukta izlenen rota son derece hassas ayarlanmıştır: Kelebekler Meksika'da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık'tan Mart'a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken, yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere, kuzeye uçmaya başlar.

Bu durum bilim adamları için büyük bir merak konusudur. Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da 3200 kilometre gibi uzun bir mesafeyi havada katedebilmekte, milyarlarca defa kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedir? Dahası, milyonlarca kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı vermektedir? Bilim adamları için asıl bilmeceyi ise kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor.

Bir senede dört ya da beş nesil monark kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu nesillerden sadece bir tanesi gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göçeden nesil 6 ay daha fazla yaşarlar. Böylece göçeden nesiller her sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk kez çıkmakta, 3200 kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar hakkında 'hiçbirşey' bilmemektedir. Bir göç nesli, bir önceki sene göç neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir bilgileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu 'bilinmeyen' yolculuğu başarabilmektedirler?

Güneşe Doğru Ayarlanan Bir Pusula mı?

Bilim adamları arasındaki yaygın düşünce, monark kelebeklerinin bu isabet yeteneğinin güneşin gökyüzündeki konumunun izlenmesine bağlı olduğu yönündeydi. Ancak aynı bilim adamları, güneşin gökyüzünde sürekli hareket ediyor olmasının bu varsayım için önemli bir sorun oluşturduğunun hep farkında oldular. Bu sorunu ABD'deki Massachusetts Üniversitesi Tıp Okulu araştırmacılarından Lincoln Brower şöyle ifade ediyor:

"Eğer güneydoğu yönünde Meksika'ya gitmek istiyorsanız, gün doğarken güneşe göre açıyı hesaplarsınız. Bununla ilgili sorun ise, güneydoğuya doğru yönünüzle güneş arasındaki açı farkının, güneş gökyüzünde hareket ettikçe değişmesidir". ("Internal Clock Leads Monarch Butterflies to Mexico", John Roach, 10 Haziran 2003 http://news.nationalgeographic.com/news/2003/06/0610_030610_monarchs.html)

Brower ve arkadaşları, kelebeğin bu sürekli hesaplamayı nasıl başarabiliyor olabileceği sorusuna cevap vermek için bir dizi deney gerçekleştirdiler. Sonuçları ABD'nin ünlü araştırma dergisi Science'ın geçtiğimiz ayki bir sayısında yayınlanan deneylerinde, kelebeğin bu hesaplamalarında 'içsel saatin' oynadığı rolü ortaya çıkardılar. ("Illuminating the Circadian Clock in Monarch Butterfly Migration", Science, Volume 300, Number 5623, 23 May 2003, sf. 1303-1305. )

Biyolojik saat adıyla da bilinen bu içsel saatler, canlıların genlerinde 24 saatte bir tekrarlanan ritimler sayesinde uyku ve uyanıklık hallerindeki gibi fizyolojik etkinlik seviyelerini düzenlemede rol oynuyor. Bu saatlerin hayret verici bir özelliği ise ortamdaki ışık seviyesine göre ritimlerin ayarlanması. Işıkları açık bir odada uyumakta zorlanmamızın nedeni de bu ayarlama. (Biyolojk saat hakkında daha detaylı bilgi için bkz. http://www.mercek.org/index.php/article/view/507/1/42)

Bilim adamları, kelebeklerin yolu üzerindeki ABD'nin, sonbahar mevsiminin ışık şiddetini gece ve gündüze göre taklit edebilen bir laboratuvar ortamı hazırladılar. Bu ortamda bir süre tutulan kelebekler daha sonra açık havadaki uçuş simülatörüne (kelebek uçuşunun yapay olarak gözlemlenebilmesini mümkün kılan camekanla kaplı cihaz) yerleştirildi.

Kelebekler daha sonra cihaza ince metal bir telle bağlandı. Böylece kelebekler ancak ileri-geri ve sağa-sola hareket edebilecek şekilde sabitlenmiş oldular. Kelebeklere uçtukları izlenimini vermek için cihazın zemininden kelebeklerin altına doğru hafif bir de hava akımı yönlendirildi.

Bu ayarlamalar sonunda görüldü ki, sonbahar günlerini taklit eden laboratuvar ortamında bir süre kalmış olan bu kelebekler sanki Meksika yönüne gidiyormuş gibi güneydoğuya yöneldiler. Bu yönelme, kelebeğin, sonbahar ışık şiddetinde güneydoğuya doğru gidecek şekilde 'programlandığını' ortaya koyuyor.

İçsel saatin rolünü ortaya çıkaran bu araştırmayı yorumlayan Kansas Üniversitesi böcek bilimcilerinden Orley Taylor, "Bu araştırma, monark göçünü anlamamızda gerekli çok sayıda araştırmadan sadece bir tanesi" diyor.

Monark Pusulası: Allah'ın Sonsuz Kudretinin Bir Göstergesi

Elbette bir monark kelebeği kendi genlerinde böyle bir sistem meydana getirerek kendi kendini programlayamaz. Milyonlarca kelebeğin her birinde varolan ve bir pusula görevi gören bu sistemin üstün bir aklın ürünü olduğu açıktır. Hiçbir takvime sahip olmayan monark kelebeklerinin gece ile gündüzün birbirine tam da eşitlendiği günlerde yola çıkmaları da bu üstün aklın ilhamıyladır. Kelebekleri biyolojik pusulalarla donatan, bu göç sırasında milyonlarcasını dağılmadan birarada tutan bu üstün akıl, herşeyin yaratıcısı olan Yüce Allah'a aittir. Allah’ın canlılar üzerindeki hakimiyeti Kuran’da şu şekilde bildirilmektedir:

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. (dosdoğru yolda olanı korumaktadır)" (Hud Suresi, 56)

Monark Kelebeklerinin Mucizevi Göçü - Video İzle




14 Ocak 2011 Cuma

Güneş Işığı İle Fotosentez Arasındaki Olağanüstü Uyum

Yüksek teknoloji ile donatılmış, uzman kişilerin faaliyet sürdürdüğü hiçbir laboratuvarın henüz başaramadığı bir işlemi bitkiler, yüz milyonlarca yıldır gerçekleştirirler. Güneş ışığını kullanarak "fotosentez" yapar ve besin üretirler. Ancak bu olağanüstü işlemin çok önemli bir şartı, bitkilere ulaşan ışığın fotosentez yapmaya uygun bir ışık olmasıdır.

Bitkilerin fotosentez yapmalarını sağlayan şey, hücrelerindeki klorofil moleküllerinin ışık enerjisine karşı duyarlı olmalarıdır. Ancak klorofil, sadece çok belirli bir dalga boyundaki ışınları kullanabilir. Güneş ise, tam da bu ışınları yaymaktadır. İşin en önemli yanı, fotosentez için kullanılabilen bu belirli dalga boyunun, ışığın 1025 farklı dalga boyundan sadece birisine karşılık gelmesidir.

Güneş'in yaydığı ışık ile fotosentez için gerekli olan ışığın birbiriyle yaklaşık olarak aynı olması, ışıktaki mükemmel tasarımı göstermektedir. Amerikalı astronom George Greenstein, "The Symbiotic Universe" (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuyla ilgili şunları yazmaktadır:

Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir... Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün Güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır.

Bu konuda örnek olarak televizyonu verebiliriz. Bir televizyonun, bir kanalın yayınını yakalayabilmesi için, doğru frekansa ayarlanmış olması gerekir. Kanalı başka bir frekansa ayarlayın, görüntü elde edemezsiniz. Aynı şey fotosentez için de geçerlidir. Güneş'i televizyon yayını yapan istasyon olarak kabul ederseniz, klorofil molekülünü de televizyona benzetebilirsiniz. Eğer bu molekül ve Güneş birbirlerine uyumlu olarak ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. Ve Güneş'e baktığımızda, ışınlarının renginin tam olması gerektiği gibi olduğunu görürüz.

Bitkiler ve fotosentez konusunu yüzeysel olarak değerlendirenler belki, "Güneş ışığı daha farklı olsaydı, bitkiler de ona uygun şekilde gelişirdi" gibi bir düşünceye kapılabilirler. Oysa bu kesinlikle mümkün değildir. George Greenstein bir evrimci olmasına rağmen böyle bir şeyin mümkün olmadığını şöyle ifade eder:

Fotosentez sonucunda güneş enerjisi bitki yapraklarının hücrelerinde besin olarak depo edilir. Yeryüzündeki tüm canlılık da doğrudan ya da dolaylı olarak enerjisini bu yoldan elde eder. Herhangi bir bitkinin fotosentez yapabilmesi ise sadece ve sadece çok belirli bir ışık aralığında mümkündür. Bu aralık ise tam olarak Güneş'in yaydığı ışığa karşılık gelmektedir.

Belki insan burada bir tür adaptasyonun gerçekleştiğini düşünebilir: Bitkinin yaşamının Güneş ışığının özelliklerine uyum sağladığını varsayabilir. Sonuçta, eğer Güneş farklı bir ısıda olsa (ve farklı bir ışık yaysa) klorofil yerine bir başka molekül bu ışığı kullanacak biçimde gelişemez mi?

Açıkçası, cevap "hayır"dır. Çünkü en geniş sınırlarda dahi, tüm farklı moleküller ışığın çok belirli bazı renklerini absorbe edebilirler. Işığın absorbe edilmesi işlemi, moleküllerin içindeki elektronların yüksek enerji seviyelerine olan duyarlılıklarıyla ilgilidir ve hangi molekülü ele alırsanız alın, bu işi gerçekleştirmek için gereken enerji aynıdır. Işık, fotonlardan oluşur ve yanlış enerji seviyesinde foton, hiçbir şekilde absorbe edilemez... Kısacası yıldızların fiziği ile, moleküllerin fiziği arasında çok iyi bir uyum vardır. Bu uyum olmasa, yaşam imkansız olurdu.

Greenstein özetle şunu söylemektedir: Herhangi bir bitkinin fotosentez yapabilmesi, sadece ve sadece çok belirli bir ışık aralığında mümkündür. Bu aralık ise tam olarak Güneş'in yaydığı ışığa karşılık gelmektedir.

Greenstein'ın ifadesiyle "yıldızların fiziği ile moleküllerin fiziği arasındaki bu uyum", asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar olağanüstü bir uyumdur. Güneş'in 1025 'te 1 ihtimalle bizim için gerekli olan ışığı vermesi ve yeryüzünde bu ışığı kullanacak kompleks moleküllerin bulunması, elbette söz konusu uyumun Allah tarafından düzenlendiğini göstermektedir.

9 Ocak 2011 Pazar

Baraj Mühendisi ve Mimarı Kunduzlar

Nehirlerin kontrol altına alınması çağlar boyunca insanların incelediği önemli konulardan biri olmuştur. Bunun için büyük çaba sarf edilmiş, özel yapım teknikleri geliştirilmiştir. Bilinç sahibi olmayan kunduzların da adeta bir mimar gibi hesaplar yaparak kendilerine kusursuz yuvalar inşa etmeleri, hayvanlar dünyasında rastlanılan en düşündürücü örneklerden biridir.

Baraj inşa etmek gerçekten zor bir iştir. Örneğin Fırat Nehri üzerindeki Atatürk Barajı'nın yapımı dokuz yıl sürmüş ve bu süre içinde tam 9 bin işçinin aynı anda çalıştığı günler olmuştur. Böylesine ciddi bir organizasyon gerektiren baraj inşaatına hayvanlar aleminde de rastlanıldığını biliyor muydunuz?

Kunduzlar, yuvalarını durgun bir göletin içinde yaparlar. Ancak bu göletin özelliği, kunduzların yaptığı bir barajla suni olarak oluşturulmuş olmasıdır. Kunduzlar, suyun önünü kesmek ve durgun bir gölet oluşturabilmek için ilk olarak kalın dalları dere yatağının içine iterler. Ardından daha ince dalları, daha ağır olanların üzerine yığarlar. Ama karşılarına çıkan bir sorun vardır; akan su bu kitleyi alıp götürebilir. Eğer baraj dere yatağına sağlam bir şekilde kenetlenemezse, su kısa sürede onu tahrip edecektir. Barajın su tarafından dağıtılmaması için yapılacak en akıllıca iş, önce dere yatağına kazıklar çakmak ve barajı bu kazıklar üzerine inşa etmektir. Bu nedenle kunduzlar, barajlarını yaparken ana taşıyıcı olarak büyük kazıklar kullanırlar. Ama bu kazıkları dere yatağına çakmakla uğraşmazlar, kullanacakları parçaları taşlarla ağırlaştırarak su içinde sabitlerler.

Kunduzlar, en son olarak yığdıkları dalları, kil ve ölü yapraklardan yaptıkları özel bir harçla birbirlerine yapıştırırlar. Bu harç su geçirmez ve suyun aşındırıcı gücüne karşı çok dayanıklıdır. Birkaç aylık çalışmanın sonunda setin arkasında bir baraj göleti oluşur. Ancak gölet büyüdükçe barajı da sağlamlaştırmaları ve bir yandan da çatlakları onarmaları gerekir. Bunun için ağaçların aralarını çamurla doldurur ve seti çalılarla takviye ederler.

Kunduzların Barajları İçbükeydir

Bir baraj inşaatında çalışan mühendisler; plan proje yaparlar; mühendislerin yaptığı projenin hayata geçmesi için de inşaat işçileri bedenen çalışırlar. Oysa kunduzlar kendi barajlarının hem işçisi, hem de mühendisidirler. Bu iş için çok uygun bir plan dahilinde çalışırlar.


Kunduzların yaptığı barajların şekli içbükeydir. Yani içe doğru bükülmüş bir yay şeklindedir. Bütün kunduzlar barajlarını içbükey olarak yaparlar. Bunu yaparkenki amaçları da barajın, suyun önünü 45o' lik bir açıyla kesmesini sağlamaktır. Yani barajı, dalları suyun önüne rastgele atarak değil. Tamamen planlı bir şekilde koyarak inşa ederler. Burada dikkat çekici olan günümüz hidroelektrik santrallerinin tümünün bu açıyla inşa edilmesidir. Kunduzlar, bunun yanı sıra, suyun önünü tamamen kesmek gibi bir hata da yapmazlar. Barajı istedikleri yükseklikte su tutabilecek şekilde inşa eder, fazla suyun akması için özel kanallar bırakırlar. Bu üstün akıl elbette ki kunduzların kendisine ait değildir. Bu canlılar Yüce Allah'ın ilhamıyla hareket etmektedirler. İşin dikkat çekici yanı insanların barajların bu şekilde yapılması gerektiğini, uzun hesaplar, karmaşık denklemler sonunda öğrenmiş olmalarıdır. Kunduzlarsa mühendislik eğitimi almaya gerek duymadan bu zor işleri başarmaktadırlar. Çünkü onları sonsuz ilim sahibi olan Allah bu bilgiyle beraber yaratmıştır.

Anatomik Yapıları Bu İşe Uygundur

Bir kunduz bir sene içinde 200'e yakın ağacı devirebilir. Üstelik bu işlemlerin hepsini de dişleriyle yapar. Zaman içinde dişleri aşınır ve bazen de kırılır. Ancak bu kunduzlar için bir engel oluşturmaz çünkü kesici ön dişleri çok kısa bir sürede tekrar uzar. Ama sadece ön dişleri uzar, eğer bu iş için kullandıkları arka dişleri de uzasaydı ağız yapıları bozulur, dişlerini kullanamaz hale gelirlerdi.

Kunduzların baraj inşaatını yapabilmek için ayrıca iyi birer yüzücü olmaları da gerekmektedir. Nitekim vücutlarının anatomik yapısı da buna çok uygundur. Perdeli ayakları ve bir palete benzeyen kuyrukları, suyu kolayca itmelerini sağlar. Kunduzların suyun içinde rahat hareket etmelerini sağlayan bir başka özellikse gözlerindeki özel tasarımdır. Gözlerinde yarı saydam özellikte ikinci bir göz kapağı vardır. Bu da onları suyun etkisinden korur. Üstelik kulakları ve burun delikleri de suyun içeri girmesini engelleyecek şekilde kapanarak korunur.

Kunduzlardaki Akıllı Davranışın Kaynağı

Kunduzlar baraj inşa etmeyi de, böyle bir yuva yapmayı da doğduklarından andan itibaren bilirler. Elbette ki bu kendiliğinden olmuş bir şey değildir. Daha doğmadan bütün bunlar onlara öğretilmiştir. Bu yüzden işlerini bu kadar iyi yaparlar. (Harun Yahya, Doğadaki Mühendislik)

Şimdiye kadar yaşamış bütün kunduzlara ve elbette ki diğer hayvanlara da yapmaları gereken şeyleri ilham eden Rabbimiz benzersiz bir akıl ve merhamet sahibidir. Allah herşeye güç yetirendir ve tüm canlıları yaratandır.

"Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir." (Nur Suresi, 45)



Kunduzlar 1 - Video İzle







Kunduzlar 2 - Video İzle




8 Ocak 2011 Cumartesi

Görünen ışık mucizesi

Download MP3

http://www.evrimteorisi.com/images/stories/makaleler/evrenin_yaratilisi/gokkusagi.jpg

Herşeyi mükemmel bir uyum içerisinde ve insanın yaşamına ve canlılığın devamına uygun olarak var eden Allah'tır. İlginç olan bunu göremeyen ve şaşırtıcı bulan insanların durumlarıdır.

Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi değişik boyda ışın yayarlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boyları geniş bir yelpaze oluşturur. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 1025'lik (onüzeriyirmibeş) bir fark vardır. Buradaki mucizevi yön ise, Güneş'in yaydığı ışınların tamamına yakınının, bu 1025'lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmış olmasıdır. Bu daracık alanda, yaşam için gerekli olan yegane ışınlar bulunmaktadır.

Güneş'in yaydığı görünen ışık evrendeki 1025 farklı dalgaboyu içinde tek bir birimi kaplar. Ne ilginçtir ki Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan ışınlar da sadece bu 1025 'te 1 aralığındaki ışınlardır. Güneşten yayılan ışığın Dünya'daki canlı yaşamına tam uyumlu olacak 1025 'te 1'lik aralığa sıkıştırılmış olması hiçbir tesadüfle açıklanmayacak bilinçli bir tasarımı gösterir. Güneşin yaydığı ışının cinsi dahi trilyon kere trilyonlarca ihtimal arasından en ideali olacak biçimde seçilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dalga boylarının olağanüstü derecede geniş bir yelpazede dağılmış olmalarıdır. En kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025kat daha küçüktür. 1025, 1 rakamının yanına 25 tane sıfır eklenmesiyle oluşan bir sayıdır:

10, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000 şeklinde yazabileceğimiz bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için bazı karşılaştırmalar yapmak yerinde olur. Eğer 1025 tane iskambil kağıdını üst üste dizsek, Samanyolu Galaksisi'nin çok dışına çıkıp gözlemlenebilir evrenin yaklaşık yarısı kadar bir mesafe gitmemiz icap eder.

1025'te 1 ihtimal hiç bir tesadüfle açıklanamaz. Bu kadar hassas bir dengeyi, Güneş'i ve tüm canlıları birbirleriyle uyum halinde yaratan, üstün akıl sahibi olan Allah kurmuştur.

Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Güneş ışınları, bu geniş yelpazenin çok dar bir aralığına sıkıştırılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boylarının % 70'i, 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve biraz da yakın morötesi ışınlar.

Peki acaba neden Güneş'in ışınları bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır?

Cevap son derece önemlidir: Güneş ışığı bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır, çünkü Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan ışınlar, sadece bu ışınlardır.

İngiliz fizikçi Ian Campbell, "Energy and the Atmosphere" (Enerji ve Atmosfer) adlı kitabında bu konuya değinmekte ve "Güneş'ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten çok olağanüstü bir durumdur" demektedir. Campbell'e göre bu durum, "inanılmaz derecede şaşırtıcı"dır.

Herşeyi mükemmel bir uyum içinde ve insanın yaşamına ve canlılığın devamına uygun olarak var eden Allah'tır. İlginç olan bunu göremeyen ve şaşırtıcı bulan insanların durumlarıdır. Bu ışık aralığı aslında çok küçük ve üzerinde fazla düşünülmeyen bir mucizedir ve tek başına bile Allah'ın bir delilidir. Oysa evren, galaksiler, Güneş Sistemi, Dünya, denizler, atmosfer ve tüm canlıların hepsi birer Yaratılış delilidir. (www.evreninyaratilisi.com )

Allah herşeyin bir uyum içinde olduğunu ve bunların üzerinde düşünülmesini bize bir ayetinde şöyle bildirmektedir:

"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır." (Bakara Suresi, 164)

5 Ocak 2011 Çarşamba


Bulutların ağırlığı çok şaşırtıcı rakamlara ulaşmaktadır. Örneğin, kümülonimbüs türü fırtına bulutunda, 300.000 ton ağırlığa ulaşan miktarlarda su toplanmaktadır.

Gökyüzünde 300.000 tonluk bir kütlenin durabileceği bir düzenin "kurulmuş" olması kuşkusuz hayranlık uyandıran bir durumdur. Kuran'daki bazı ayetlerde de bulutların ağırlığına şu şekilde dikkat çekilmektedir:

Rahmetinin önünde rüzgarları bir müjde olarak gönderen O'dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız... (Araf Suresi, 57)

O size şimşeği korku ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış bulutları (inşa edip) ortaya çıkarandır. (Rad Suresi, 12)

Elbette Kuran'ın indirildiği dönemde insanların bulutların ağırlıkları ile ilgili bu bilgiye sahip olmaları mümkün değildir. Kuran ayetlerinde dikkat çekilen ve yakın geçmişte keşfedilen bu bilgi, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden bir diğeridir.


Bulutların Ağırlığı - Video İzle




1 Ocak 2011 Cumartesi

Suyun akışkanlığı yaşamamız için en uygun değerdedir


Sıvıların akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu milyarlarca farklı akışkanlık değerleri içinde tam olması gereken ölçüde yaratılmıştır.
Sıvı dendiğinde hepimizin gözünün önünde son derece akışkan bir madde canlanır. Oysa gerçekte sıvıların akışkanlıkları birbirinden çok farklı olabilir. Örneğin katran, gliserol, zeytin yağı ve sülfürik asit arasındaki akışkanlık farkları çok yüksektir. Bu sıvılar su ile karşılaştırıldıklarında ise, ortaya çok daha büyük farklar çıkar. Çünkü su, katrandan 10 milyar kat, gliserolden bin kat, zeytin yağından yüz kat ve sülfürik asitten de 25 kat daha akışkandır.
Su, üstteki karşılaştırmadan da anlaşıldığı gibi, çok yüksek bir akışkanlığa sahiptir. Hatta, eter ve sıvı hidrojen gibi normal formu gaz olan maddeler bir kenara bırakılırsa, suyun tüm sıvılar içinde akışkanlık değeri en yüksek madde olduğunu söyleyebiliriz.

Peki acaba suyun bu akışkanlık değerinin bizim için bir önemi var mıdır? Bu hayati sıvı, biraz daha az ya da fazla akışkan olsa, bizim için fark eder miydi? Prof. Denton bu sorulara şöyle cevap veriyor:
Eğer akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için uygun bir temel olma özelliğini kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı, canlıların yapıları, tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli hareketlere maruz kalacaktı... Hassas moleküler yapıların su tarafından desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı yaşamını sürdüremeyecekti...
Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı, (proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle mitokondri gibi özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak donacak ve bizim bildiğimize benzer bir hücre yaşamı mümkün olmayacaktı.
Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki gelişim) sırasındaki hareket etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük olması durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti.1 (Detaylı bilgi için Bkz., Mucizeler Zinciri, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)
Suyun akışkanlık değeri tesadüf değildir
Suyun yüksek akışkanlık değeri, bizim için hayati öneme sahiptir. Eğer suyun akışkanlık değeri biraz bile az olsaydı, kanın kılcal damarlar yoluyla taşınması imkansızlaşacaktı. Örneğin, karaciğerin karmaşık damar ağı hiçbir zaman kurulamayacaktı.
Bu kılcal damarlar konusunu biraz daha yakından ele alalım. Kılcal damarların amacı, vücudun dört bir yanındaki hücrelerin her birine gerekli oksijen, enerji, besin, hormon gibi maddeleri taşıyabilmektir. Bir hücrenin bir kılcal damardan yararlanabilmesi için de, ondan en fazla 50 mikronluk bir mesafe kadar uzak olması gerekir. (Bir mikron, milimetrenin binde biridir.) Daha uzakta kalan hücreler, beslenemeyerek öleceklerdir.
İşte bu nedenle insan vücudu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, kılcal damarlar vücudun her bir parçasını ağ gibi sarar.
Vücudumuzdaki ortalama 5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğu 950 km.'yi bulur. Bazı memelilerde, tek bir santimetrekarelik bir kas alanı içinde, 3000 tane açık kılcal damar yer alır. Eğer insan vücudunun en küçük kılcal damarlarının 10 bin tanesini yan yana getirirsek, toplam kalınlıkları ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmı kadar olur. Bu kılcal damarların çapı, 3-5 mikron arasında değişir. Bu, milimetrenin binde üçü ya da beşi demektir.2
Ancak elbette kanın bu kadar daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Prof. Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha düşük olması durumunda hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle anlatır:
Bir kılcal damar sistemi, ancak kanalların içine pompalanan sıvının yüksek bir akışkanlığa sahip olması durumunda çalışır. Yüksek akışkanlık çok önemlidir, çünkü sıvının damar içindeki hareketi, sıvının akışkanlığına doğru orantı ile bağlıdır... Buradan açıklıkla görmek mümkündür ki, eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç kat daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük bir pompalama basıncı gerekecek ve herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez hale gelecektir.
Eğer suyun akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en küçük kılcal damarın çapı 3 mikron yerine 10 mikron olmak zorunda kalsa, bu kılcal damarlar, yeterli oksijen ve glikoz oranını ulaştırabilmek için (beslemeleri gereken) kas dokusunun neredeyse tamamını kaplayacaklardır. Açıktır ki, (bu durumda) geniş yaşam formlarının dizaynı imkansız hale gelecek ya da olağanüstü derecede sınırlanacaktır. Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi için, akışkanlığının şu anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması, zorunludur.3
Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle yaratılmıştır.
Allah bir Kuran ayetinde, herşey için bir ölçü kıldığını şöyle buyurmaktadır :

Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)


1) Michael Denton, Nature's Destiny, s. 33.
2) Michael Denton, Nature's Destiny, s. 35.
3) Michael Denton, Nature's Destiny, s. 35-36.

Suyun İdeal Akışkan Özelliği - Video İzle