28 Şubat 2011 Pazartesi

Megapod Kuşu'nun Isı Teknolojisi - Kuluçka Makinesi

Pasifik adalarında yaşayan megapod isimli kuş, yavruları için ilginç bir "kuluçka makinesi" hazırlar.

Dişi megapod, yaz mevsimi boyunca her 6 günde bir tane yumurta yumurtlar. Ancak megapodun yumurtaları kendi boyutuna göre oldukça büyük, neredeyse devekuşu yumurtası kadardır. Bu nedenle de anne megapod, ancak birinin üzerinde kuluçkaya oturabilir. Bu durumda, ilerleyen her altı günde bir annenin yumurtlayacağı yeni yumurtalar, açıkta kalma, dolayısıyla da ısı yetersizliğinden ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Oysa megapod için bu bir sorun değildir. Çünkü az önce de belirttiğimiz gibi, bu sorun, bir tür kuluçka makinesi sayesinde çözülür. Baba megapod, doğada en kolay bulunan materyalleri yani kum ve toprağı kullanarak, kuluçka makinesi üretecek yetenekte yaratılmıştır.


Baba megapod, yumurtalar için çukur kazarken , dişi bu işe hiç mühale etmeden yanlızca denetçilik yapar. Yumurtalar, çatlama vakti geldiğinde, kum yığını içinden çıkarılırlar.

Bunun için baba megapod, daha yumurtlama devresi başlamadan 6 ay önce, dev pençeleriyle 5 metre çapında ve 1 metre derinliğinde bir çukur kazmaya başlar. Ardından çukuru yaş otlar ve yapraklarla doldurur. Bundaki amaç, çürüyen bitkilerdeki bakterilerin ürettiği sıcaklığı, yumurtalar için kullanmaktır.

Ancak bu işlemin gerçekleşmesi için ek düzenlemeler de gerekmektedir. Çünkü bitkilerin çürümelerinin ve ısı açığa çıkarmalarının asıl nedeni, megapodun bitki yığını içine yaptığı huni biçimindeki deliktir. Bu delik kış boyunca yağmurun içeri sızmasını ve organik maddelerin nemli tutulmasını sağlar. Böylece nem nedeniyle üzeri kumla örtülmüş olan bitkilerde çürüme başlar ve ısı açığa çıkar. İlkbaharın, yani Avustralya için kurak mevsimin başlamasından az önce erkek, çürümüş bitki tabakasını havalandırmaya başlar. Bu ısı dengesinin korunması içindir. Dişi kuş da arasıra çukurun yanına gelerek erkeğin çalışıp çalışmadığını kontrol eder. Sonunda dişi, çürüyen bitkilerin üzerindeki kuma yumurtlar.

"Kuluçka makinesi"nin üstündeki yavruların gelişebilmesi için, ısının (+) 33°C'de sabit tutulması gerekmektedir. Erkek, bunu sağlayabilmek için, bir termometre kadar hassas gagası ile sık sık kumların ısısını ölçer. Gerekirse yükselen ısıyı düşürmek için havalandırma delikleri açar. Öyle ki dışarıdan kum öbeğinin üzerine 1-2 avuç toprak atılacak olsa, erkek megapod hemen fazla kumu ayaklarıyla dışarı atarak, ısıdaki en küçük bir değişimi bile engeller. Bu koruma altında yavrular dünyaya gelir. Dünyaya yeni gelen yavrular o kadar gelişmiştir ki, yumurtadan çıktıktan bir kaç saat sonra uçabilirler.

İnsanoğlunun bile yapmakta zorlanacağı böyle bir işi, bu hayvanlar milyonlarca yıldır nasıl başarmaktadır? Hayvanlarda, insan gibi bir bilinç olmadığını bildiğimize göre, bu olayın tek açıklaması, hayvanın bu iş için "programlanmış", önceden bu işi yapacak şekilde yaratılmış olduğudur. Aksi halde, ne bu iş için altı ay önceden hazırlık yapması, ne de karmaşık kimyasal işlemin yapısını bilmesinin açıklanması mümkün değildir. Neden yumurtaları korumak için böyle bir zahmete giriştiği ise başlı başına bir sorudur. Tek cevabı ise, Allah'ın canlılara verdiği çoğalma ve yavruları koruma isteğinde gizlidir.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çiçeklerin Döllenmesinde Arıların Önemli Rolü

Arılar çiçekleri nektar ve polen toplamak için ziyaret eder. Ancak arılar polen toplamaya çalışırken, çiçekler için hayati önemi olan bir işlevi yerine getirir...

Çeşitli çiçeklerle dolu bir çayırda bal toplayan arılar bir müddet izlenecek olursa ilginç bir durum dikkat çekecektir. Arılar her seferde sadece tek bir çiçek cinsi arasında gidip gelirler. Bir çiçekten diğerine uçarken başka cins çiçeklere dikkat bile etmezler.

Bazen günlerce aynı tür çiçekleri bu şekilde ziyaret eden arıların bu davranışları hem kendileri hem de çiçekler açısından faydalıdır. Bu durumu şöyle açıklayabiliriz. Bir çiçeğe ilk defa konan bir arı o çiçeğin yapısını tanımadığı zaman ufak bir nektar damlasını bulmak için çok uzun bir süre uğraşmak zorunda kalabilir. Arı ancak aynı çiçeğe beşinci veya altıncı kere konduktan sonra sürat ve beceri kazanır ve hedefine kolayca ulaştığı için zamandan kazanmaya başlar.

Bu durumun çiçekler açısından faydalı olan yönü ise, arıların tek çiçek türünü tercih etmeleri sayesinde süratli ve güvenilir bir döllenmenin sağlanıyor olmasıdır. Çünkü bir çiçeğin poleni başka çiçekleri dölleyemez ve ancak arıların aynı çiçekler arasında yaptıkları turlar sırasında çiçekler döllenmiş olur. Arılar aynı tür çiçekleri bulmak için kokudan faydalanırlar.

Arılar çiçekleri nektar ve polen toplamak için ziyaret eder. Ancak arılar polen toplamaya çalışırken, çiçekler için hayati önemi olan bir işlevi yerine getirir ve onların döllenmelerine aracılık etmiş olurlar. Çiçeklerdeki döllenme olayının gerçekleşebilmesi için çiçeğin dişi tohumunun erkek tohumlarla (polenlerle) birleşmesi gerekir. Yani çiçeğin bir miktar poleni yapışkan olan başçık üzerine gelerek buradan dişi tohumla birleşmelidir. Çiçekler genel olarak erkek organlarındaki polenleri kendi başçıkları üzerine kendileri ulaştıramazlar. Ancak böcekler sayesinde gerçekleşen birleşme ile döllenme olur ve yeni çiçekleri oluşturacak tohumlar meydana gelir.

Görüldüğü gibi çiçekler ve arılar arasında çok önemli bir bağlantı vardır. Her iki canlı da birbirlerini cezbedecek şekilde Allah tarafından yaratılmışlardır. Örneğin böcekler tarafından döllenmesi gereken çiçekler, böcekleri kendilerine çekecek nektarları salgılarlar ki gerçekte arıları çeken bu nektarlardır. Ayrıca çiçekler kokuları veya canlı renkleriyle de böceklerin dikkatini çekerler.

20 Şubat 2011 Pazar

Bertholletia Ağaçları Tohumlarını Nasıl Dağıtırlar?

Bertholletia Ağaçları Tohumlarını Nasıl Dağıtırlar?

Bertholletia ağacı ile Agouti isimli canlı arasındaki uyum bir televizyon ve kumandası arasındaki uyumdan çok daha karmaşıktır.

Güney Amerika'da yetişen Bertholletia ağaçlarının kapsül içindeki tohumları, orman zeminine düştükten sonra bir süre bulundukları yerde kalır. Bunun sebebi hayvanların ilgisini çekecek hiçbir özelliklerinin olmamasıdır. Bu tohumların kokuları yoktur, dış görünüş olarak da dikkat çekici değildirler, ayrıca kırılmaları da çok zordur. Ancak bu ağacın üreyebilmesi için de bir şekilde tohum olarak oluşturduğu kapsüllerin içindeki fındıkların çıkarılıp toprağın altına gömülmeleri gereklidir.

Bu olumsuz gibi görünen özelliklerden hiçbiri Bertholletia için sorun teşkil etmez. Çünkü bu olumsuzlukları aşacak özelliklere sahip olan bir canlı vardır ve bu canlı kendisiyle aynı ortamda yaşamaktadır.

Güney Amerika'da yaşayan bir tür kemirici olan Agouti, bu kalın ve kokusuz kabuğun altında kendisi için bir yiyecek olduğunu bilmektedir. Agoutilerin dişleri kesici ve sivridir. Özel diş yapıları sayesinde tohumların sert kapsüllerini kolayca kırarlar. Tek bir kapsül içinde yaklaşık 20 civarında fındık bulunur. Bu da Agoutilerin bir seferde yiyeceğinden çok fazladır. Agouti, çenesine aldığı fındıkları taşır ve onları açtığı küçük deliklere yerleştirdikten sonra üstünü örter. Agoutiler bu işlemi fındıkları daha sonra yemek için yapmış olmalarına rağmen, gömdükleri fındıkların çoğunu daha sonra bulamazlar. Ve bu durum da Bertholletia ağacının işine yarar. Bu sayede ağacın filizlerinden pek çoğu toprağın içine filizlenmek üzere gömülmüş olur.

Görüldüğü gibi Agouti'nin beslenme şekli ile Bertholletia ağaçlarının üreme şekli, birbirlerine son derece uyumludur. Bu uyum tesadüfen ortaya çıkmış bir uyum değildir. Bertholletia ağacı ile Agouti isimli canlı arasındaki uyum bir televizyon ve kumandası arasındaki uyumdan çok daha karmaşıktır. Her iki canlının da tüm sistemleri birbirlerine fayda verecek şekilde düzenlenmiştir. Ve elbette bir düzenleme varsa bir düzenleyici de vardır. Bu canlıları tek bir Yaratıcı yani Allah yaratmıştır. Doğada sayısız örnekleri olan bu uyum hiç kuşkusuz ki çok üstün bir aklın ürünüdür. Sonsuz akıl sahibi olan Allah, her iki canlıyı bu özellikleriyle, birbirlerine uyumlu olacakları şekilde yaratmıştır.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Köpek Balıklarının Elektrik Algılama Sistemi


Görme yetenekleri bulundukları bazı ortamlarda azalan köpek balıkları, avlanmaya nasıl devam ederler?

Bu canlıların vücudunda bulunan ve içi jölemsi bir madde ile dolu olan oluklar, nasıl bir işlev görürler?

Beyaz köpek balıkları, avlarını gözleri ile takip ederek yakalarlar. Sıcak mercan kayalıklarında gezindiklerinde bu canlılar için hiçbir sorun yoktur. Avlarını kolaylıkla görürler. Ancak serin okyanuslarda gezindiklerinde beyaz köpek balıklarının soğuktan görüş yeteneklerinin etkilenmesi gerekmektedir. Normal şartlar altında soğuk suyun etkisiyle kimyasal işlemler yavaşlayacağı için hayvanın gözlerinin, hızla hareket eden avını takip etmede çok ağır kalması gerekmektedir. Ancak köpek balığı hiçbir zaman böyle bir problem yaşamaz.

Çünkü beyaz köpek balıklarının gözleri kendileri gibi soğukkanlı değildir. Bu köpek balığı türünde vücut kaslarının ısısı direkt olarak gözlere aktarılır. Bu sayede en hızlı hareket eden balıkları hatta fok balıklarını bile rahatlıkla yakalayabilirler. Ancak görme duyuları, suyun içindeki hareketleri takip edemeyecek kadar zayıf olan bazı tür köpek balıkları vardır. Bu canlılar, avlarını takip edebilmek, sudaki ısı değişimini ve tuzluluk oranını tespit edebilmek için muazzam bir yönteme başvururlar.

Elektriği Algılayan Lorenzini Ampulleri


Bütün canlılar, ısı dışında elektrik de yayarlar. Karada yaşayan bir canlının bu akımları hissetmesi zordur; çünkü hava bir yalıtkan görevi görür. Ancak suyun içerisinde durum farklıdır. Elektrik, doğal bir iletken olan suyun içerisine akar. Dolayısıyla bu elektriği hissedebilen bir canlı, son derece etkili bir duyuya da sahip olmuş olur. İşte köpek balıkları da bu avantaja sahip olarak yaratılmış canlılardandır. Öyle ki sudaki tüm titreşimleri, suyun ısısındaki değişimleri, tuzluluk oranını ve özellikle de hareket halindeki canlıların yol açtığı elektrik alanındaki küçük değişiklikleri bile hissedebilirler.

Köpek balıklarının vücutlarında, içi jöle dolu çok sayıda oluk mevcuttur. Bu oluklar, yoğun olarak köpek balığının kafasına yerleştirilmiş olmasına karşın, balığın tüm vücudu boyunca da dağılmıştır. "Lorenzini ampulleri" olarak adlandırılan bu özel organlar, mükemmel birer elektrik algılayıcısıdır. Köpek balıkları ve vatozlar, bu algılayıcılarını kullanarak avlarını bulurlar. Bu organlar, başın ve hayvanın yüzündeki sivri kısmın üstünde bulunan gözeneklere bağlıdırlar. Elektrik algılayıcısı (elektroreseptör) olarak son derece hassastırlar. Öyle ki köpek balıkları, bir voltun 20 milyarda biri büyüklüğündeki akımları bile hissedebilirler.

Bu muazzam bir güçtür. Evinizdeki kalem pilleri düşünün. İşte 1,5 voltluk bu pillerden iki tanesini birbirlerinden 3000 km uzağa koyduğumuzda ve arasına bir bakır tel çektiğimizde köpek balıkları bu pillerin yaydığı akımı hissedeceklerdir.(John Downer, Supernature, The Unseen Powers of Animals, BBC Worldwide Ltd., London 1999, s. 17)


Köpek Balıklarındaki Tek Bir Sistem, Evrim Teorisini Çürütmeye Yeterlidir

Köpek balıklarındaki sistem ve organların pek çoğu birbirine bağlı çalışmaktadır. Birisi olmadan diğeri fonksiyonlarını yerine getiremez. Örneğin elektrik akımlarını algılayan sistemin parçalarından tek biri bile olmasa ya da herhangi bir aksaklık olsa, Lorenzini ampulleri hiçbir işe yaramaz.

Bu açık gerçeğe rağmen evrim teorisine göre; ilk ortaya çıkan köpek balıklarının yani "ilkel köpek balıklarının" günümüzdekiler gibi elektrik algılayıcılarının olmadığının, ancak zaman içinde bu mükemmel sistemin bir şekilde oluştuğunun kabul edilmesi gerekir. Ancak böyle bir kabulün mantıksızlığı çok açıktır, çünkü köpek balıklarının bu sistem olmadan yaşaması mümkün değildir. Ayrıca böyle kompleks bir sistemin zamanla oluşamayacağı da ortadadır. Vücut kaslarının ısısını direkt olarak gözlere aktaracak, elektrik dalgalarını muazzam bir hassasiyetle fark edecek bu sistemler bir bütün olarak ortaya çıkmak zorundadırlar.

Lorenzini ampulleri köpek balıklarının sahip oldukları özelliklerden yalnızca bir tanesidir. Köpek balıkları gerek solunum sistemleri, gerek yollarını bulmalarını sağlayan manyetik alıcıları, gerekse hızlı yüzme yetenekleri ile birer yaratılış mucizesidirler. Allah bütün canlıları olduğu gibi köpek balıklarını da eksiksiz bir şekilde, sahip oldukları mükemmel özelliklerle birlikte yaratmıştır. Köpek balıklarının yukarıda kısaca anlattığımız bu özellikleri gibi, kainatın her köşesi Yüce Rabbimiz'in üstün ilmini gerektiği gibi takdir etmek, O’nu düşünüp, şükretmek için birer vesiledir. Bu gerçek, ayetlerde şöyle bildirilmiştir:

"Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır. Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır..."
(Nahl Suresi, 65–66)

Köpek balıklarında bulunan bu sistemin evrimcilerin iddia ettikleri gibi "aşama aşama" gelişmesi mümkün değildir. Nitekim fosil kayıtları da bu gerçeği doğrulamaktadır. Milyonlarca yıl öncesine ait köpek balığı fosilleri ile günümüzde yaşayan köpek balıkları arasında hiçbir farklılık yoktur.

Köpek Balığı Gözleri

Köpek balıkları sığ sulardan derin sulara kadar her yerde yiyecek aradıkları için gözleri su basıncı değişikliklerine uygun olarak yaratılmıştır. Bu üstün yaratılış özelliği neticesinde gözün iç kısmı ve retina gözün dış yüzeyine uygulanan basınç farkını dengeler ve gözlerinin herhangi bir şekilde basınçtan zarar görmesine engel olur. Bu canlının gözleri çok az ışıkta görmeye duyarlı şekilde yaratılmıştır. Göz bu özelliği sayesinde düşük çözünürlükteki cisimleri insanlardan daha iyi görür ve keskin bir görüş kazanır.

Değişik köpek balığı türlerinin her birinin kendine özgü değişik göz tipleri bulunmaktadır. Örneğin çekiç başlı köpekbalığının gözleri başının iki tarafında uzanan loblarda yer alır. Bu yaratılış özelliği, hayvanın üç boyutlu görüntü kalitesini arttırmakta ve yüksek bir hızla avına doğru yüzerken aradaki mesafeyi daha iyi tahmin etmesini sağlamaktadır.

75 Milyon Yıllık Köpek Balığı Fosili



Negatif ve pozitif olmak üzere çift parçalı olan bu fosil, 75 milyon yaşındadır.

Köpek Balığı

Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 75 milyon yıl
Bölge: Haqil, Lübnan

Köpek balığı türleri, Lübnan dağlarında sıkça rastlanılan fosillerdendir. Köpek balıkları kıkırdaklı balık sınıfına dahildirler. Kıkırdaklı balıkların iskeletleri, kalsiyum içermez, kıkırdak dokudan meydana gelmiştir. Sadece dişlerinde ve bazen omurlarında kalsiyum birikintileri vardır. Bu nedenle, köpek balığı dişi fosiline, iskelet fosilinden daha sık rastlanır.

Köpek balıklarının bulunan en eski fosilleri yaklaşık 400 milyon yıllıktır. Bu fosiller, diğer tüm canlıların olduğu gibi, köpek balıklarının da yüz milyonlarca yıldır hiçbir değişime uğramadıklarını göstermektedir. Köpek balıkları, evrimcilerin iddia ettiği gibi, diğer türlerden aşama aşama gelişmemiş, kompleks yapılarıyla bir anda ortaya çıkmış, yani yaratılmışlardır.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Gökyüzündeki Muhteşem Işık Gösterisi: Aurora (Kutup Işıkları)


  • Kuzey ve Güney Kutup bölgelerinde görülen auroralar (Kutup ışıkları) nasıl oluşmaktadır?

  • Auroraların rengarenk ışıkları nasıl belirlenir?

  • Auroraların yalnızca Kutup bölgelerinde meydana gelmesinin sebebi nedir?

  • Bu muazzam güzellikteki gökyüzü olayının yaşamımıza etkileri nelerdir?

  • Yüce Allah’ın yarattığı en muhteşem gökyüzü olaylarından bir tanesi hiç şüphesiz gökyüzündeki doğal ışık görüntüleri olan “Kutup ışıkları”dır. Yüce Rabbimiz’in Sani (Sanatçı) isminin tecellisi olan kutup ışıkları veya bilimsel adıyla “aurora”lar, dünyanın manyetik Kuzey ve Güney Kutup bölgelerinde görülen bir gece ışımasıdır.

    Auroralar, Güneş’in Dünya üzerindeki etkilerinin en belirgin şekilde görünebilenidir. Gece vakti oldukça net bir şekilde izlenilebilen auroraların, kuzey yarımküredeki görüntüsüne “Aurora Borealis”, güney yarımküredekine ise “Aurora Australis” adı verilir. Bu ışıklar en yoğun şekilde Eylül ve Nisan ayları arasında gözükürler. Auroralar, doğudan batıya doğru dalgalanırlar ve yeryüzünden bakıldığı zaman taç, yay ve çizgi gibi şekillerde görünürler. Yalnızca uzaydan bakıldığı takdirde çember şeklindeki tüm bir aurorayı görmek mümkün olur.

    Auroralar Nasıl Oluşurlar?

    Bu muhteşem güzellikteki doğal ışık gösterisinin oluşumunda gözle görülemeyecek derecede küçük olan, aklı ve şuuru olmayan atomlar çok önemli bir rol üstlenmişlerdir.

    Auroralar, Güneş’ten saçılan yüklü parçacıklardan oluşan solar rüzgârlarının, Dünya’nın manyetik alan kuvvetiyle etkileşime girmesi sonucu ortaya çıkarlar. Güneş, saniyede yaklaşık olarak 300 ile 1200 km arası bir hızla etrafa saçtığı enerji yüklü parçacıklar (iyonlar) üretir. Bu parçacıkların bir araya gelmesiyle oluşan bulutlara plasma adı verilir. Güneş’ten gelen plasma akıntısına ise solar rüzgârı denir.

    Güneş’ten saatte yaklaşık olarak 1 milyon mil hızla uzaklaşan solar rüzgârlarının, manyetosfere girerek dünyanın manyetik alanı ile etkileşmesiyle bazı parçacıklar hapsedilir ve bu parçacıklar atmosferin dış kuşaklarından iyonosfere doğru inen manyetik gücün hatlarını takip ederler.

    Elektronlar, atmosferin üst katmanlarına girdiklerinde, yerkabuğunun yüzeyinden yaklaşık olarak 20 – 200 mil yukarıda oksijen ve nitrojen atomlarıyla karşılaşırlar.

    Yüksek enerjiyle desteklenmiş elektronlar kazanan atomlar, böylece kapasitelerinin çok üzerinde bir enerjiyle yüklenirler.

    Normal şartlar altında, bir atom veya molekül yüksek seviyede bir enerjiyle yüklendiğinde, bu enerjiyi diğer atomlara çarparak hızla kaybeder. Fakat molekül yoğunluğunun santimetreküp başına birkaç atom olduğu 80 ve 150 km arası yüksekliklerde, bir atomun enerjisini aktaracağı başka bir atoma rastlaması oldukça düşük bir olasılıktır.

    Etkileşim sonucu ortaya çıkan bu enerjiyi kaybetmenin bir diğer yolu ise ışığın soğurulmasıdır. Böylece atomlar yüklendikleri ekstra enerjiyi soğurarak gökyüzüne ışık olarak yayarlar. Bu da gökyüzündeki rengârenk doğal ışık gösterisinin ortaya çıkmasına sebep olur.

    Aurora’nın Renkleri Nasıl Belirlenir?

    Auroralar, renkli televizyonlardan gelen ışığa oldukça benzerlik gösterirler. Televizyonda, görüntü tüpündeki elektrik ve manyetik alanlar tarafından kontrol edilen elektron demetleri, ekrana çarpar ve ekranı kaplayan kimyasal fosforlu maddenin türüne göre onu parlatır. Aurora ışığında da ortaya çıkacak renk, yüklü parçacıklarla çarpışan atom ve moleküllerin türüne bağlıdır. Yüksek enlemlerde, yaklaşık 200 mil yukarıda bulunan oksijen atomları oldukça nadir bulunur ve tamamen kırmızı bir aurora oluştururlar. 60 mil seviyelerinde bulunan oksijen atomları ise en yaygın olarak görülen yeşil ve sarı renkleri oluştururlar. İyonize atom molekülleri mavi ve tonlarında, notral azot molekülleri ise kırmızı ve mor tonlarında ışık üretirler. Auroralar, ışık oluşturmak için ihtiyaçları olan yakıtı Güneş’ten atılan yüklü parçacıklar sayesinde karşılarlar. Güneş ne kadar aktifse, auroralar da o kadar fazla ve yoğun olurlar.

    Auroralar Neden Sadece Kutup Bölgelerinde Meydana Gelirler?

    Auroraların, kutuplarda meydana gelmesi, direkt olarak Dünya’nın manyetik alanıyla bağlantılıdır ve bu ışıkları da yönlendiren manyetik alan çizgileridir. Dünya, elips şeklinde bir mıknatıs gibidir ve bu nedenle çevresinde bir manyetik alana sahiptir. Dünya’nın manyetik alanı, Dünya’nın merkezine konulmuş çubuk şeklinde bir mıknatısın oluşturduğu bir manyetik alana benzer. Bu çubuğun ekseni Dünya’nın dönme ekseniyle 11 derecelik bir açı yapar. Bu da coğrafi Kuzey ve Güney Kutup noktalarının, manyetik Kuzey ve Güney Kutup noktalarından farklı yerlerde olmasını sağlar. Dünya’nın manyetik alanı, çok büyük bir elektrik akımının oluşturduğu etkiye benzer. Gezegenimizin çekirdeğinin hareketi nedeniyle sürekli yerleri değişen manyetik alan çizgileri, Güney Kutup bölgelerinden çıkıp, Kuzey Kutup bölgelerine giren ince çizgiler olarak da düşünülebilir. Farklı açılardan gelip tek bir noktaya giren manyetik alan çizgileri, ters koni benzeri bir şekil oluşturdukları için manyetik alan, yerden yükseldikçe zayıflar ve birkaç kilometre yukarıda Dünya’nın manyetik alanının etkisi sıfırlanır. Manyetik alanın sıfırlandığı kısımlarda, solar rüzgarlarının içindeki parçacıklar Dünya’ya ulaşabilirler. Auroralar da, yalnızca bu parçacıkların Dünya’ya ulaşabildikleri bölgelerde, yani Kutup dairelerinde görülürler. Dünya’nın manyetik alanının en büyük göreviyse, yeryüzünü Güneş’ten gelen solar rüzgarlarının yıkıcı etkilerinden koruyan bir kalkan görevi görmesidir. Yüce Allah, Dünya’yı koruduğunu, bir mucize olarak Kuran’da “…Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık)… (Fussilet Suresi, 12) ayetiyle haber vermiştir.

    Diğer Gezegenlerde Meydana Gelen Auroralar

    “Hubble Uzay Teleskobu”nun yaptığı gözlemler sonucunda Dünya dışında diğer gezegenlerde de auroraların oluştuğu saptanmıştır. Auroraların gözlemlendiği gezegenlerden olan Jüpiter ve Satürn’ün manyetik alanları, Dünya’nınkine göre çok daha güçlüdür. Jüpiter’de görülen auroralar, Dünya’da üretilenlerden yaklaşık bin kat daha fazla bir güce sahiptir. Dünya’daki auroraların oluşum sebebi solar rüzgârları iken, Jüpiter’deki auroraların kaynağı ise uydularıdır. Araştırmacılar, Io adlı uydunun üzerinden kopup saçılan materyallerin, Jüpiter’in manyetik alanı tarafından hapsedildiğini gözlemlemişlerdir. Jüpiter ve Satürn’ün yanı sıra araştırmacılar, Venüs ve Mars’ta da auroralar gözlemlemişlerdir. Kendine ait bir manyetik alanı olmayan Venüs’te oluşan auroralarsa parça parça, farklı çeşitlerde ve parlak bir renkte görülmektedir.

    Auroraların Yaşamımıza Etkileri

    Bilim adamları, auroraların sadece güzel bir gökyüzü gösterisi olmadığını aynı zamanda üzerinde yapılacak araştırmalarla, solar rüzgarlarını, bu rüzgarların atmosfere olan etkilerini ve auroralar tarafından üretilen bu yüksek enerjiden nasıl faydalı bir şekilde yararlanılabileceğinin de keşfedileceğini düşünmektedirler.

    Ancak auroraların güzel görüntüsü ve faydaları olabileceği gibi zararları da vardır. 1989 yılında Quebec şehrinde, auroraların oldukça yoğun olduğu bir gecede ortaya çıkan yüksek elektrik akımı, bölgedeki bir güç istasyonuna zarar vererek radyo sinyallerini ve haberleşmeyi bozmuş ve 9 milyon insanın elektriksiz ve iletişimsiz kalmasına sebep olmuştur. Aurora sırasında elektrik akımları 50.000 voltta 20.000.000 ampere ulaşabilirken evlerimizdeki akım 120 voltta 15-30 amperi aştığında akım, vericiler tarafından kesilmektedir.

    Auroralar Yüce Rabbimiz’in Üstün Kudretinin Bir Başka Delilidir

    Bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki gök cisimlerinin hareketlerinden Güneş’te meydana gelen olaylara, Dünya atmosferine giren ışınlardan yeryüzünün katmanlarında yaşanan gelişmelere kadar kainatta meydana gelen bütün olaylar Yüce Allah’ın kontrolünde ve O’nun dilemesiyle gerçekleşirler. Auroralar da üstün güç sahibi olan Yüce Rabbimiz’in herşeye güç yetirdiğini ve sonsuz ilmiyle herşeyi kuşattığını düşünmek için birer delil olarak yaratılmıştır. Bu büyük gerçeği düşünmek, Yüce Allah’a kul olan her insan için bir sorumluluktur. Rabbimiz bir ayette şöyle bildirmektedir:

    “Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)


    8 Şubat 2011 Salı

    Bakıma Ve Enerji Kaynağına İhtiyaç Duymadan Çalışan Kapakçıklar

    Vücudumuzdaki kapakçıklar; kirli ve temiz maddeleri birbirlerinden ayırır, tehlikeli asitlerin giriş ve çıkışlarını kontrol ederler...

    Mide içeriğindeki asitlerin yemek borusuna vereceği zararı ve insanda meydana getireceği rahatsızlığı biliyormuş gibi kontrollü açılıp kapanan mide kapakçığı

    Kanın akış yönüne doğru tek taraflı olarak açılan, bir damlasını bile sızdırmadan kanın vücuda pompalanmasını sağlayan kalp kapakçıkları

    Kanın yerçekiminin etkisiyle geriye doğru akmasını önleyen toplardamar kapakçıkları

    Yediğimiz yemekleri yutarken nefes borusunu kapatan epiklot adlı kapakçık…

    Biz varlığından haberdar bile değilken, üzerlerinde hiçbir kontrolümüz yokken, Allah’ın lütfu olan bu kapakçıklarımız hep en doğru anda kapanarak hayatımızı kurtarır.

    Kavanoza koyduğumuz bir sıvının akmaması için kapakla ağzını kapatırız. Amacımız sıvının gerekli zamanlarda kontrollü olarak akmasını sağlamaktır. Vücudumuzdaki sıvılar da buna benzer bir yöntem yardımıyla korunur.

    Vücudumuzdaki kapakçıklar bu korumanın yanı sıra son derece hayati görevler de üstlenmişlerdir. Örneğin vücudumuzdaki kapakçıklar; kirli ve temiz maddeleri birbirlerinden ayırır, tehlikeli asitlerin giriş ve çıkışlarını kontrol ederler. Yüce Rabbimiz’in kullarına bir lütfu olan bu kapakçıklar, bir enerji kaynağına ihtiyaç duymaksızın bizim doğumumuzdan ölümümüze kadar hiç durmadan çalışmaktadırlar.

    Midedeki Sızdırmayan Kapaklar


    Sağlıklı bir insanda yemek yerken her lokma, ağızdan yemek borusuyla mideye aktarılır. Ancak mide içeriği yukarı doğru geçemez. Bunu sağlayan mekanizmaya ise mide kapakçığı adı verilir. Allah bu sistemi oldukça detaylı yaratmıştır.

    mide

    Midenin yukarı doğru sızdırma yapmasını engelleyen belirli düzenler vardır. Bunlardan bir tanesi yemek borusunun alt ucu ile midenin birleşme yerinde oluşan “dar açı”dır. Tıpta “HIS” açısı adı verilen bu açı, midenin içeriğinin mideden yukarı çıkmasına engel olur.

    Yemek borusunun alt ucunda var olan kas mekanizmasındaki özel sistem de bu düzenekte görev alır. “LES” adı verilen alt yemek borusu büzücüsü, normalde hep kasılı durmaktadır. Fakat kişi ağzındaki lokmayı yemek borusuna aktardığında bu kas kendiliğinden gevşer ve yemek borusunu mideye açar. Bunun yanı sıra göğüs kafesi ve karın boşluğunun arasının tamamını kaplayan diyafram kasının, yemek borusunu sardığı kısmın sıkı oluşu da mide içeriğinin yukarı çıkmasına engel olan mekanizmalardan bir diğeridir.

    Yüce Rabbimiz’in üstün yaratılış delillerinden biri olan midedeki bu özel mekanizma, yutma sırasında açılarak yiyeceklerin mideye geçişine izin verir. Daha sonra kapanarak gıdaların geri kaçmasını önler. Bu kapakçık iyi çalışmadığında, mide içeriği ve asit yemek borusuna kaçabilir. Bu da ‘reflü’ olarak bilinen hastalığa sebep olur.

    Kalp Kapakçıklarındaki Kusursuz Yapı

    İnsan vücuduna hayat veren kalbin, son derece sistemli bir çalışma mekanizması vardır. Bu sistemde meydana gelebilecek tek bir aksaklık, kişinin hayatını sona erdirebilir. Kalpte bulunan mekanizmalardan en önemlisi sağ ve sol taraflarda bulunan pompalar ve bunların arasındaki kapakçıklardır. İnsan sağlığı için büyük önem arz eden bu sistem şu şekilde çalışır. Kalpteki pompalar altlı ve üstlü iki farklı pompa setinden meydana gelir. Bu pompalar arasında da kanın akış yönüne doğru açılan tek taraflı kapakçıklar bulunur. Küçük pompa kasıldığında kapakçıklar açılır ve kan büyük pompanın içine doğru ilerler. Büyük pompa kasıldığında ise aradaki kapaklar kapanır ve kanın, geldiği yöne doğru akması engellenmiş olur.

    kalp

    Benzer kapaklar büyük pompanın boşaltım bölümünde de vardır. Büyük pompa kasıldığında bu kapaklar açılır ve kanın vücuda doğru akışı sağlanır. Ancak kan pompalama işlemi durduğu anda kapaklar kapanır ve gönderilen kanın kalbe geri dönmesi engellenir.

    Kalpteki kapakçıkların düzeni tefekkür edilmesi gereken bir konudur. Bir kavanozu bile sıkıca kapattığımızda sızdırma tehlikesi olmasına karşın, Allah’ın dilemesiyle kalpteki kapakçıklar sızdırma yapmaz. Kişi doğduğu günden öleceği güne kadar, kapakçıklar kusursuz bir düzen içinde çalışır.

    Damarlarda Bulunan Otomatik Kapılar: Toplardamar Kapakçıkları

    Vücudumuzdaki toplardamarlar, Allah’ın insan bedeninde yarattığı mükemmel düzenin en güzel örneklerindendir. Bu damarların içine kalbe doğru açılan birçok kapakçık yerleştirilmiştir. Böylece kanın, yer çekiminin etkisiyle geriye gitmesi engellenmiştir. Kan akışının sadece kalbe doğru olması sağlanmıştır. Bu kapakçıkların her biri son derece özel bir yapıya sahiptir. Her birinin etten menteşeleri vardır. Bu menteşeler sayesinde kapakların tek yöne doğru açılması sağlanır. Bu düzenin tamamına baktığımızda ortada muhteşem bir mühendislik harikası olduğuna şahit oluruz. Şimdi bu sistemin inşasını inceleyelim.

    Normal venlerde kapaklar kanın tek yönlü (kalbe doğru) hareketini sağlarlar. Kan geri gelmek isterse kapaklar kapanarak buna engel olur.


    Oysa variköz venlerde (varis) uzama ve genişlemeden dolayı kapaklar görevini yerine getiremez ve kan geri kaçarak bacağın alt taraflarında birikir ve şişlikler ortaya çıkar.


    Hücreler, toplardamar hattının yapımında üç önemli görevi üstlenmişlerdir. Bu hücreler, Allah’ın dilemesiyle hem mühendis, hem işçi hem de inşaat malzemesi görevi alırlar.

    Mühendis Hücreler: Adeta boru inşaatını andıran bu toplardamar sisteminin yapım planları ve projeleri hücrenin çekirdeğindeki bilgi bankasında yani DNA’sında bulunur. Her hücre bu projeyi okur ve bunu uygular. Şüphesiz aklı olmayan hücrenin bir projeyi okuması ve birebir uygulaması bir mucizedir.

    İnsanlar mühendis olmak, bu konuda uzmanlaşmak için yıllarca okur ve pratik yaparlar. Oysa hücreler yaratılışlarından itibaren bu bilgiye sahiptirler.

    Kendilerini Feda Eden Hücreler: Hücreler DNA’larında saklı olan bilgiye göre bu boru hattının inşaatında nerede hangi görevi yapacaklarını öğrenirler. Ayrıca bu inşaatta görevli milyarlarca hücrenin hepsi hangi hücrelerle bir araya gelmesi gerektiğini bilir. Çalışmaları gereken yeri bulduklarında da durmaksızın çalışmaya, görevlerini yapmaya başlarlar. Ancak kullandıkları malzeme yabancı bir inşaat malzemesi değil “kendileri”dir. Bu inşaatta çalışan her hücre, ömrünün geri kalan kısmını boru hattının küçük bir parçası olmak için feda eder.

    Kusursuz Bir Düzen İçerisinde Çalışırlar: İnşa edilen her kapaktan birkaç milimetre ötede aynı işlem gerçekleşir. Çalışkan hücreler yine benzer bir şuurla aynı yöne açılan bir kapak daha inşa ederler. Eğer bu kapaklardan bazılarını inşa eden hücreler farklı bir karar alsalar ve kapaklardan bazılarını ters yöne doğru açılabilecek şekilde inşa etselerdi, bu sefer kan damarlarda akamaz ve insan, yaşamını derhal yitirirdi. Ancak bu gerçekleşmez ve toplardamar boyunca var olan binlerce kapağın her biri Allah’ın izniyle ayrı ayrı birbirlerine uygun şekilde inşa edilirler.

    Nefes Almamızı ve Yemek Yiyebilmemizi Sağlayan Küçük Kapakçık: Epiklot




    Nefes borumuz ve yemek borumuz boğazımızda yan yana bulunur. Fakat boğulmadan yemek yiyebilir ve nefes alabiliriz. Bunu sağlayan ise nefes borusunun üzerinde yer alan küçük kapakçık ‘epiklot’tur. Nefes borusunun hemen girişinde bulunan bu kapakçık, yemek yerken soluk borusuna su veya yiyecek kaçmasını engeller. Yutkunmadan sonra ise kapakçık tekrar yerine gider ve böylece nefes borusundan hava geçmesi sağlanır.
    http://www.acilveilkyardim.com/acilbakim/ustsolukyolu2.JPG
    Epiklot kapakçığı mucizevi bir şekilde bebeklerde daha farklıdır. Bebeklerdeki kapakçık sistemi yetişkinlerdekine oranla daha yukarıdadır ve daha farklı şekilde çalışır. Bu sayede bebek nefes alıp verirken rahatlıkla anne sütü içebilir. Bebeklerin anne sütü içerken, bir yandan ağlamalarına rağmen boğulmamaları da bu yüzdendir. Eğer bebeklerdeki kapak sistemi de yetişkinlerdekine benzer bir yapıya sahip olsaydı, bebekler anne sütünü emerken boğulabilirlerdi.

    Allah Kusursuzca Var Edendir


    Yazı boyunca vücudumuzdaki akıllı kapakçıklardan, bu kapakçıkları oluşturan hücrelerden örnekler verdik. Elbetteki hücreleri oluşturan atomların düşünüp böyle üstün sistemler yapmasına imkan yoktur. Vücudumuzdaki bu mükemmel düzenin tesadüfen oluşması imkansızdır. Bu kusursuzluk, bize üstün akıl sahibi olan Yüce Allah’ın lütuflarından biridir. Akıl ve vicdan sahibi herkesin takdir edeceği gibi Allah vücudumuzdaki kapılar örneğiyle insanlara canlılık üzerindeki sonsuz hakimiyetini göstermektedir. Bedenimizde şahit olduğumuz muhteşem sistem, Yüce Allah’ın sonsuz aklının delillerinden bir tanesidir.

    Bebekliğinizden bugüne kadar, binlerce kez yediğiniz yemek sırasında, onbinlerce kez yutkunmanıza rağmen her seferinde, epiklot, tam doğru anda nefes borunuzun girişini kapattı.

    Kalp kapakçıklarınız, bir damlasını bile sızdırmadan kanın vücudunuza pompalanmasını sağladı.

    Toplardamar boyunca var olan binlerce kapağınız hücreleriniz tarafından inşa edildi.

    Tüm bunlar doğduğunuz andan beri Rabbimiz’in izniyle gerçekleşmekte ve ömür boyunca dinlenmeksizin işlevlerine devam etmektedirler.

    Bir su tabancasının tetiğini çektiğinizde içerideki suya bir basınç uygularsınız. Bu, içerideki bir kapakçığın kapanmasına ve dışarıdaki bir kapakçığın açılmasına neden olur ve piston su fışkırtmak için pompalanır. Aynı şekilde kalpteki kapakçıklar kanın yalnızca tek bir yönde pompalanmasını garanti altına alırlar. Damarlarınızdaki kapakçıklar yer çekimine karşı geri akışı engellerler. Baş aşağı durduğunuzda, beklenenin aksine kan başınıza hücum etmez.

    Kuşkusuz tüm bunların gerçekleşmesi ancak Rabbimiz'in ilhamı ile mümkündür. Vücudumuzda doğduğumuz ilk günden beri yer alan bu kusursuz sistemler, tüm evren ve canlıların Yüce Allah'ın eseri olduğunun apaçık delillerindendir. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmiştir:

    "O Allah ki, yaratandır (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, -şekil ve suret- verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir."

    (Haşr Suresi, 24)

    4 Şubat 2011 Cuma

    Devenin Yaratılışı


    Besin deposu hörgüç
    Bir yağ yığıntısı şeklindeki hörgüç, Hecin devesinin kıtlık anında periyodik olarak beslenmesini sağlar. Hayvan bu sayede 3 hafta su içmeden yaşayabilir. Bu sırada vücut ağırlığının %33'-ünü kaybeder. Aynı koşullar altında insan, vücut ağırlığının %8'ini kaybeder ve 36 saat içinde vücut suyunu tamamen yitirerek ölür.

    Isıya karşı yalıtkan kürk
    Bu kürk, hayvanın vücudunu sıcağa ve soğuğa karşı koruyan, su kaybını azaltan kalın ve keçeleşmiş tüylerden oluşmuştur. Hecin devesi gündüzleri iç sıcaklığını 41 dereceye kadar çıkararak terlemeyi geciktirir. Böylece su kaybını engellemiş olur.
    Kalın kürkü sayesinde, Asya'nın, yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir.


    Kumdan korunan baş
    Kirpikleri birbiri içine geçebilen bir sisteme sahiptir. Herhangi bir tehlike anında otomatik olarak kapanırlar. İç içe geçen kirpikler hayvanın gözüne en ufak bir toz tanesinin bile girmesine izin vermezler.
    Burun ve kulaklar, kum ve tozdan korunması için uzun kıllarla kaplıdır.
    Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkan tanır.


    Her türlü araziye uygun ayaklar
    Ayaklar, esnek bir yastıkla birleşmiş iki parmakla donanmıştır. Hayvanın toprağı daha iyi kavramasını sağlayan bu yapı, yağımsı dört toptan oluşmuştur. Her türlü arazi şartına uygundur.
    Tırnaklar ayağı herhangi bir çarpışmadan dolayı oluşacak zararlardan korur.
    Dizler bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.

    AÇLIK VE SUSUZLUĞA OLAĞANÜSTÜ DAYANMA YETENEĞİ: Deve, 50°C sıcaklıkta 8 gün aç-susuz kalabilir. Bu süre içinde toplam ağırlığının %22'sini kaybeder. İnsan, vücudunda bulunan suyun %12'sini kaybettiğinde ölürken, deve, vücudundaki suyun %40'ını kaybettiği halde ölmez. Devenin susuzluğa dayanıklılığının diğer bir sebebi de, gündüz vücut ısısını 41°C'ye kadar çıkartan bir mekanizmaya sahip olmasıdır. Bu sayede gündüz aşırı çöl sıcağında su kaybını minimum seviyede tutabilmektedir. Soğuk çöl gecelerinde ise vücut ısısını 30°C'ye kadar düşürebilmektedir.

    MÜKEMMEL SU KULLANIM ÜNİTESİ: Develer, 10 dakikada ağırlıklarının üçte biri oranında su içerler. Bu miktar kimi zaman 130 litreyi bulabilmektedir. Bunun yanı sıra deve, insana oranla 100 kat daha geniş alanı kaplayan bir burun mukozasına sahiptir. Hayvan, çok büyük ve kıvrımlı burun mukozası sayesinde, havadaki nemin %66'sını tutabilmektedir.

    "Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere; nasıl yayılıp-döşendi? Artık sen, öğüt verip -hatırlat. Sen, yalnızca öğüt verici bir hatırlatıcısın."
    (Gaşiye Suresi, 17-21)

    BESİNLERDEN VE SUDAN MAKSİMUM İSTİFADE:Hayvanların çoğu böbreklerinde biriken üre kana karıştığı anda zehirlenerek ölürler.

    Oysa deve, vücudunda oluşan üreyi defalarca karaciğerinden geçirerek, sudan ve besinlerden maksimum derecede istifade edebilmektedir.

    Devenin kan ve hücre yapısı da, çöl şartlarında uzun süre susuz yaşayabilmesini sağlayabilecek şekildedir.

    Hücre duvarları, hücrelerinin fazla su kaybetmesini engelleyecek bir yapıdadır. Kan yapısı ise, devenin vücudunda su minimuma indiğinde bile kan akışında bir ağırlaşmaya olanak vermeyecek biçimdedir. Ayrıca kanında, susuzluğa dayanıklılığı artıran albümin enzimi, diğer canlılardan daha fazla miktarda bulunmaktadır.

    Devenin bir başka destekleyicisi de hörgücüdür. Hörgüçlerde vücut ağırlığının beşte biri kadar yağ depo edilmiştir. Devede yağın tek bir noktada toplanması, vücudun -yağa bağlı olarak- her yerinde yoğun oranda su atılmasını engeller. Bu da devenin suyu minimum oranda kullanmasına sebep olur.

    Bir hörgüçlü deve, normalde günde 30-50 kilo besin alabilirken, zor şartlarda günde sadece 2 kg kuru otla bir ay boyunca yaşayabilmektedir. Devenin ağız ve dudak yapısı, ayakkabı köselesini delecek kadar sivri dikenleri bile rahatlıkla yiyebileceği şekildedir. Dört yüzlü midesi ve sindirim sistemi ise önüne çıkan herşeyi öğütebilecek kadar güçlüdür. Normalde yiyecek sınıfına girmeyen kauçuk gibi maddelerden bile istifade etmesini bilir. Kurak ortamlarda bu özelliğin ne kadar değerli olduğu açıktır.

    "Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır."
    (Yunus Suresi, 6)

    Tüm varlıkların sahip oldukları özelliklerle kendilerini Yaratan Rabbimiz'in sonsuz gücünü ve ilmini gösterdiklerine hiçbir kuşku yoktur. Allah, Kuran'daki birçok ayette bu gerçeği bildirmekte, Allah'ın her yarattığının bir ayet, yani 'bir delil ve ibret' olduğuna sürekli dikkat çekmektedir.

    Gaşiye Suresi'nin 17. ayetinde de üzerinde dikkatle düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir hayvandan, "deve"den bahsedilmektedir.

    Bu bölümde, Allah'ın Kuran'da "bakmıyorlar mı o deveye nasıl yaratıldı" ifadesiyle dikkat çektiği bu canlıyı inceleyeceğiz.

    Deveyi "özel bir canlı" yapan, en ağır şartlardan bile etkilenmeyen vücut yapısıdır. Bu öyle bir vücuttur ki açlık ve susuzluğa günlerce dayanır, günler boyu, sırtında yüzlerce kilo ağırlıkla yol katedebilir.

    Devenin, aşağıda göreceğiniz özellikleri, onun, kurak ortamlar için özel bir yaratılışla var edildiğini ve insanın hizmetine verildiğini göstermektedir. Ve bu da düşünen insanlar için açık bir yaratılış delilidir.

    HORTUMLARA VE FIRTINALARA KARŞI ÖNLEM: Devenin gözleri iki kat kirpiklidir. Kirpikler, kapan gibi içiçe geçerek, gözü şiddetli kum fırtınalarına karşı tam bir korumaya alırlar. Develer ayrıca burun deliklerini de kum girmesini engellemek için kapatabilirler.

    KAVURUCU SICAĞA VE DONDURUCU SOĞUĞA KARŞI ÖNLEM: Bütün vücudunu kaplayan sık tüyler çölün yakıcı güneşinin hayvanın derisine ulaşmasına engel olurlar. Bunlar aynı zamanda soğukta da hayvanın ısınmasını sağlarlar. Çöl develeri 70°C'lik sıcaklıktan etkilenmezken, çift hörgüçlü develer sıfırın altında 52 derecelik soğuklarda yaşayabilmektedir. Bu tip develer, 4.000 metrelik yüksek yaylalarda bile hayatlarını sürdürebilmektedirler.

    KIZGIN KUMLAR İÇİN ÖNLEM: Bacaklarına oranla son derece büyük olan ayakları da özel olarak "dizayn" edilmiş, hayvan kuma batmadan yürüyebilsin diye genişletilip yayılmıştır. Ayak tabanlarındaki özel kalın deri ise kızgın çöl kumlarına karşı alınmış bir tedbirdir.

    KAYNAKLAR:

    Hecin develeri, Orta Asya'nın yüksek yaylalarında -52 derecelik soğuğa karşı dayanabilmektedir.

    The Camel, Hilde Gauthier-Pilters & Anne Innis Dag, The University of Chicago Press, 1981... Ça m'intéresse, Aralık 1992...Science Illustrée Temmuz 1993, Il grande libro

    degli animali e lambiente, Paolo Schmidt di Friedberg, Vallarddi Industrie Grafiche, Lainate-Italia, 1975.

    Tüm bu bilgilerin ışığında düşünelim: Deve, kendi vücudunu çöl ortamına göre kendisi mi ayarlamıştır? Burun mukozasını kendisi oluşturup, tepesindeki hörgücü o mu meydana getirmiştir? Ya da hortum ve fırtınalara karşı göz ve burun yapısını kendisi mi tasarlamıştır? Kan ve hücre yapısını, devenin kendisi mi 'su harcamama esası' üzerine düzenlemiştir? Vücudundaki tüylerin dokusunu o mu seçmiştir? O mu kendisini "çöl gemisi"ne dönüştürmüştür?

    Deve -canlıların tümünde olduğu gibi- elbette ki bunları yapamaz. "Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı?" ayeti, gerçekten de bu olağanüstü hayvanın varoluşunu en iyi biçimde açıklamaktadır.
    Deve de, diğer bütün varlıklar gibi yaratılmış, özelliklerle bezenmiş ve Allah'ın yaratmadaki üstünlüğünün bir işareti olarak yeryüzüne yerleştirilmiştir.

    Deve, bu tür üstün fiziksel özelliklerle yaratılırken, insana hizmetle görevlendirilmiştir. İnsan ise, tüm varlık aleminin içindeki buna benzer yaratılış mucizelerini görmek ve tüm varlıkların yaratıcısı olan Allah'ı bilip-tanımakla...

    Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücadele edip durur. (Lokman Suresi, 20)


    >>> Sunum İçin Tıklayın

    Devenin yaratılışı- Video İzle




    3 Şubat 2011 Perşembe

    Petrol Yataklarını Oluşturan Mikroskobik Canlı: DİATOM


    Mikroskobik boyutlardaki bitkisel alglere diatom adı verilir. Birçok canlının temel besin maddesi olan bu canlılar, oksijen üretiminden insanlık için çok önemli bir enerji kaynağı olan petrolün oluşumuna kadar pek çok hayati fonksiyona sahiptir.

    Diatomlar, genellikle suda yaşayan ve fotosentez yapma özelliğine sahip olan alglerdir. En büyükleri 1 milimetre çapında olan bu minik canlılardan 1 cm3 deniz suyunda, yaklaşık 10 bin tane bulunur. Okyanuslardaki canlı organizmaların %90’ını oluşturmalarına rağmen diatomların tümü suda yaşamaz. Bazıları toprak üstünde, yosunlara tutunarak ağaçlarda ve hatta yeteri kadar nem olduğunda tuğla duvarlarda bile yaşayabilir. Diatomlar; ışık, su, karbondioksit ve gerekli besinlerin olduğu her yerde bulunabilir ve bu ortamlarda canlılığın devamlılığı için büyük fayda sağlarlar. İşte bu mikro canlıların muazzam özelliklerinden bazıları:

    Diatomlar Canlılık için Neden Önemlidir?

    Oksijen Üretimi: Diatomlar, yeryüzündeki hemen hemen tüm canlılar için hayati önem taşır. Çünkü yaptıkları fotosentez sayesinde soluduğumuz oksijenin bir kısmını diatomlar üretir. Oksijen üreten mikro fabrikalar gibi çalışan bu mucizevi canlılar, oldukça detaylı bir mekanizmaya sahiptir. Üzerlerinde çok sayıda gözenek vardır. Bu gözenekler besinlerin içeriye girip gaz değişimi yapmalarına olanak sağlar. Trilyonlarca diatom, bu gaz değişimi sonunda kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde oksijen üreterek atmosferdeki oksijen oranına son derece önemli bir katkıda bulunmuş olur.

    Besin Zincirine Katkısı: Denizlerdeki besin zinciri içerisinde de çok önemli bir rol oynarlar. Diatomlar hayvansal planktonları oluşturan küçük canlıların temel besin kaynaklarıdır. Hayvansal planktonlar da daha büyük türler için besin kaynağı olan ringa gibi balıklar tarafından tüketilir. Örneğin oldukça büyük bir canlı olan kambur balina gibi canlılar diatomlarla beslenir. Bir balinanın birkaç saat tok kalabilmesi için birkaç yüz milyar diatom gereklidir.

    Oksijen Üretimini Riske Atmayacak Üreme Hızı: Diatomlar, olağanüstü hızlarda, bazıları sekiz hatta dört saatte bir bölünerek ürerler. Bu nedenle bir diatom 10 gün içerisinde 1 milyar ayrı birey haline gelebilir. Bu canlıların üreme hızları da özellikle oksijen ürettikleri için son derece önemlidir. Üreme hızlarındaki en küçük bir durağanlık kuşkusuz bu önemli oksijen kaynağının büyük ölçüde azalması anlamına gelecektir. Bu da canlılık için tehdit oluşturabilecek bir durumdur. Ancak Allah’ın yarattığı canlılar üzerindeki rahmetinin ve merhametinin bir tecellisi olarak bu canlılar mutlaka ihtiyaç olan zamanlarda ihtiyaç olan miktarlarda ürer ve yeryüzündeki hassas ekolojik dengeyi sabit tutarlar.

    Filtre Özelliği: Bu mikro canlılar, endüstriyel olarak da kullanılmakta ve çeşitli maddelerin filtre edilmesini ve yalıtılmasını sağlamaktadırlar. Diatomlar, özellikle silis, nitrat ve fosfatın canlılar için kullanılabilir hale gelmesinde de son derece etkilidirler. Hatta belirli şartlar altında kirli su kaynaklarının saf hale getirilmesini de sağlayabilmektedirler.

    İnsanların D Vitamini Kaynağı: Diatomlar, pek çok balık ve balina gibi suda yaşayan canlılar için önemli bir besin kaynağı oluşturmaktadır. Bilindiği gibi, balık yağı insanın gelişimi için oldukça değerli bir besindir. İşte diatomlar, aynı zamanda balık yağında bulunan D vitaminini de sağlamakla sorumludurlar. Allah bu küçük canlıyı balığa rızık olarak yaratmış, ardından onu balığa ve balığı besin olarak kullanan insana yararlı hale getirmiştir.

    Diatomların Petrol Üretimindeki Rolü

    Diatomların kendi besinleri de insanlık için önem taşımaktadır. Bu canlılar, fotosentez sayesinde ürettikleri minik yağ parçacıkları şeklindeki besinlerini hücrelerinin içerisinde saklarlar. Bu minik yağ parçacıkları zamanla bir araya gelir, jeolojik ve biyolojik kuvvetlerin de etkisiyle petrol yataklarının oluşmasına neden olur. Bugün kullandığımız petrolün çok büyük bir bölümünü tarih öncesi denizlerde üzerlerine güneş ışıdığı için ölen diatomlar oluşturmuştur. Bu diatom tabakaları da zamanla fosilleşerek diatomitleri oluşturur.

    Diatomitler, endüstriyel amaçla kullanılır. Diatomit hafif ağırlığı ve gözenekleri ile ideal bir filtre yapısına sahiptir. Bu özelliği nedeniyle uzay endüstrisinde kullanılabildikleri gibi, böcek öldürücü ilaçların üretiminden boya dolgusuna kadar farklı amaçlarla da kullanılabilmektedir.

    Diatomların Kabuklarındaki Simetrik Mimari

    Diatomların en etkileyici özellikleri ise kendi inşa ettikleri kabuklarıdır. Diatom-lar, mükemmel birer mimardır. Silisyum içeren kabukları serttir ve muntazam ve son derece simetrik bir görünümleri vardır. Diatomların kendileri için inşa ettikleri bu evler, bazen parıldayan bir kozalağı, bazen bir spirali, bazen de ışıldayan kristal bir avizeyi andırır. İlginç olan ise, yirmi beş binden fazla diatom türü olmasına rağmen hiçbirinin kabuğunun bir diğerine benzememesidir. Tıpkı bir kar tanesinin diğerine benzememesi gibi diatomların görünümleri de birbirlerinden farklıdır.

    Diatomlar, suda çözünmüş silikonu kıymetli bir taş olan opale benzeyen silikaya çevirerek kabuk üretirler. Bu dönüşüm sonucunda ortaya çıkan cam benzeri kabuklar, müthiş bir çeşitliliğe ve mükemmel bir mimariye sahiptirler. Diatomların üzerinde bulunan ve besinlerin içeriye girmesine ve gaz değişimine olanak sağlayan gözenekler, aynı zamanda yapıyı da inceltirler. Sonuçta bu canlıların görünümleri, son derece hassas açılara sahip mükemmel bir matematik ve estetik harikası olarak karşımıza çıkar.

    Unutmamak gerekir ki; diatomlar toplu iğne başı büyüklüğünde, sinir sistemi veya beyin oluşumu olmayan mikroskobik canlılardır. Bu canlıların kimya ya da mimarlık eğitimi almışçasına ürettikleri son derece estetik kabukların tesadüfler sonucu oluşamayacağı çok açıktır. Üstelik bütün diatomlar aynı malzemeyi kullanarak, aynı özelliklerde ancak birbirinden tamamen farklı görünüşte ve aynı kusursuzlukta kabuklar yaparlar. Diatomlardaki bu mükemmel mimari ve sayılamayacak kadar çeşitlilik, Allah’ın benzersiz sanatının tecellilerinden yalnızca biridir.

    Sonuç: “Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O’dur...” (Bakara Suresi, 29)

    Diatomların canlılığın devamı için gerçekleştirdiği işlemlerin pek çoğu günümüzün laboratuvar şartlarında bile gerçekleştirilemezken, bir hücre zarı ve kloroplasttan ibaret olan tek hücreli bir canlının adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışması elbette onun kendi becerisi değildir. Onun, dışarıdaki karbondioksitten, ürettiği oksijenden, karbonun canlılar için öneminden, balık yağındaki D vitamininden haberi bile yoktur. O, sadece üstün özellikleriyle kendisine yüklenmiş görevleri yerine getirir. İşte bu nedenle ilhamla hareket eder. Ona bu ilhamı veren, onu yaratan, onu canlılığın varlığı için gerekli kılan üstün güç, yeri göğü ve bunların içinde bulunan her şeyi “Ol” emri ile yaratan Allah’tır. Bir ayette bu gerçek, şöyle haber verilmektedir:

    “Onu istediğimizde herhangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca “Ol” demekten ibarettir; o da hemen oluverir.” (Nahl Suresi, 40)

    Tek bir mikroskobik canlıda bu kadar muazzam detayların var edilmesi Allah’ın sanatındaki mükemmelliği gösterir. Bildiğimiz ve bilmediğimiz canlıların sahip oldukları bu gibi özellikler, Allah’ın sınırsız gücünü daha iyi kavramak için birer vesiledir. Bir ayette Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

    “Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakının ve (sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile arayın.” (Maide Suresi, 3)

    Petrolün Oluşumu

    Rabbinin yüce ismini tesbih et, ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi', takdir etti, böylece yol gösterdi, 'yemyeşil-otlağı' çıkardı. Ardından onu kuru, kara bir duruma soktu. (A'la Suresi, 1-5)

    Bilindiği gibi petrol, denizlerdeki bitki ve hayvanların çürüdükten sonraki kalıntılarından oluşur. Bu kalıntılar deniz yatağında milyonlarca yıl boyunca çürüdükten sonra, geriye yalnızca yağlı maddeler kalır. Çamur ve büyük kaya katmanları altında kalan yağlı maddeler de petrol ve gaza dönüşür. Yerkabuğundaki hareketlenmeler bazen denizlerin kara parçaları haline gelmesine ve petrol içeren kayaların binlerce metre derine gömülmesine yol açar. Oluşan petrol de bazen kaya tabakalarındaki gözeneklerden sızarak kilometrelerce derinden yüzeye çıkar ve burada buharlaşarak (gaz haline dönüşerek) geriye zift birikintisi bırakır.

    Ala Suresi'nin ilk dört ayetinde dikkat çeken üç husus petrolün oluşum aşamalarıyla son derece paralellik içindedir. Öncelikle otlak, kır, çayır anlamlarına gelen "elmer'a" ifadesi ile petrolün oluşumundaki organik kökenli maddelere işaret olması son derece muhtemeldir. Ayette ikinci dikkat çekici kelime ise siyaha çalan yeşil, yeşile çalan siyah, karamsı, esmer, isli renkleri tarif etmek için kullanılan "ahva" kelimesidir. Bu kelime de yer altında biriken bitki atıklarının zaman içinde siyaha dönüşmesi olarak düşünülebilir. Çünkü bu kelimeler üçüncü bir kelime ile -"gusaen"le- desteklenmektedir. Kimi meallerde çer-çöp, süprüntü olarak çevrilen "gusaen" kelimesi, sel suyunun otları, çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük gibi karışım anlamına da gelmektedir. Bu kelime, içerdiği "kusma, istifrağ etme" anlamından ötürü kimi kaynaklarda "sel kusuğu" olarak tercüme edilmekte ve toprağın petrolü kusması olarak tarif edilmektedir. Nitekim petrolün oluşumu, ortaya çıkış şekli, köpüklü görünümü, rengi göz ününde bulundurulduğunda, ayetlerde kullanılan kelimelerin ne kadar hikmetli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

    Görüldüğü gibi ayetteki bitkinin kara ve akışkan bir sıvıya dönüşmesi petrolün oluşumu ile son derece benzerdir. Petrolün oluşumu hakkında bilgi sahibi olunmadığı bir dönemde, böylesine uzun yılları kapsayan bir oluşumun tarif edilmesi, kuşkusuz Kuran'ın Allah'ın vahyi olduğunun bir başka delilidir.


    Kuran mucizeleri: Kuran'da petrolün oluşumu - Video İzle