17 Haziran 2016 Cuma
Oksijen Elementi
9 Aralık 2010 Perşembe
Ateşteki Tasarım
Canlılara enerji sağlayan en temel reaksiyon, karbon ve hidrojen bileşiklerinin oksitlenmesi, yani yanmasıdır. Ancak bu noktada ilginç bir soru sorulabilir: Bizim vücudumuz temelde karbon ve hidrojen bileşiklerinden oluşmaktadır. Peki nasıl olup da vücudumuz okside olmaz? Ya da daha açık bir ifadeyle, neden vücudumuz bir anda kibrit çöpü gibi tutuşup yanmaz? (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)
Vücudumuzun oksijenle temas ettiği halde yanmaması, gerçekten şaşılacak bir durumdur.
Bu şaşılacak durumun nedeni, oksijenin normal ısılardaki moleküler formu olan O2 molekülünün büyük ölçüde "asal", yani reaksiyona girmeyen bir yapıya sahip oluşudur. Ama bu durumda bir başka soru daha ortaya çıkar; madem O2 kolay kolay reaksiyona girmeyen bir moleküldür, o halde bu molekül bizim vücudumuzun içinde nasıl reaksiyona sokulmaktadır?
19. yüzyıldan beri merak edilen bu sorunun cevabı, son yarım yüzyıl içindeki gelişmeler sonucunda anlaşılmıştır. Biyokimyasal gözlemler, insan vücudundaki bazı özel enzimlerin, sadece oksijenin atmosferde bulunan formu olan O2'yi reaksiyona sokmakla görevli olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hücrelerimizdeki bu özel enzimler, son derece karmaşık işlemler sonucunda, vücudumuzdaki demir ve bakır atomlarını katalizör (hızlandırıcı) olarak kullanmakta ve böylece oksijeni reaktif hale getirmektedirler.
Yani ortada çok ilginç bir durum vardır: Oksijen yakıcı bir elementtir ve normalde bizim bedenimizi de yakması beklenmelidir. Bunu engellemek için, oksijenin atmosferdeki formu olan O2 ilginç bir biçimde "asal" kılınmıştır, yani kolay kolay reaksiyona girmemektedir. Ama bedenimizin enerji elde etmesi için de, oksijenin yakıcılığına ihtiyacı vardır. Onun için hücrelerimizin içine, bu asal gazı son derece reaktif hale getiren karmaşık bir enzim sistemi yerleştirilmiştir.
Bu arada yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, söz konusu enzim sistemi, canlılığın rastlantılarla oluştuğunu iddia eden evrim teorisinin asla açıklayamadığı bir tasarım harikasıdır.
Bedenimizin aniden tutuşmasını engellemek için alınmış bir başka tedbir daha vardır. Bu, İngiliz kimyager Nevil Sidgwick'in ifadesiyle "karbonun karakteristik asallığı"dır. Bir başka deyişle, karbon atomu da normal ısılarda kolay kolay oksijenle reaksiyona girmez. Kimyasal dille ifade edilen bu özelliği, aslında hepimiz günlük hayatta çok yakından yaşamışızdır. Soğuk bir havada odun ya da kömür kullanarak ateş yakmaya çalıştığımızda yaşadığımız zorluk, karbonun söz konusu "karakteristik asallığı"dır. Ateşi yakabilmek için bir hayli uğraşmamız, odunun ya da kömürün ısısını iyice yükseltmemiz gerekir. Ama ateş bir kez alev aldıktan sonra da, karbon hızla reaksiyona girer ve büyük bir enerji açığa çıkar. Bu yüzden bir yangını başlatmak (kibrit vs. gibi özel ateş kaynakları olmadıkça) son derece zordur. Ama yangın bir kez başladıktan sonra da çok büyük bir ısı oluşur ve bu ısı etraftaki diğer karbon bileşiklerini de tutuşturur.
Bu durum incelendiğinde, ateşte son derece etkileyici bir tasarım olduğu görülür. Oksijenin ve karbonun kimyasal özellikleri öyle ayarlanmıştır ki, bunlar sadece çok yüksek bir ısıda reaksiyona girip ateş oluştururlar. Eğer böyle olmasaydı, Dünya üzerindeki yaşam imkansız hale gelirdi.
*Eğer oksijenin ve karbonun reaksiyona girme eğilimleri biraz daha fazla olsaydı, hava sıcaklığı biraz arttığında insanların, ağaçların, hayvanların bir anda tutuşup yanmaları sıradan bir vaka haline gelirdi. Örneğin çölde yürüyen bir insan, sıcaklık gün ortasında en yüksek dereceye çıktığı anda, bir kibrit çöpü gibi bir anda alevlere boğulabilirdi. Bitkiler ve hayvanlar da aynı tehlikeyle yüzyüze kalırdı. Elbette böyle bir Dünya'da yaşamdan söz etmek biraz zor olurdu.
*Eğer oksijenin ve karbonun karakteristik asallıkları daha fazla olsaydı, bu sefer de Dünya üzerinde ateş yakmak çok zor, belki de imkansız hale gelirdi. Ateşin olmadığı bir ortamda ise, insanların ısınması ve teknoloji geliştirmesi mümkün olamazdı. Çünkü bilindiği gibi teknoloji metallere dayanır ve metaller de ancak çok yüksek ısılarda yumuşayıp şekillendirilebilirler.
Bu durum, karbon ve oksijenin kimyasal özelliklerinin yine insan yaşamı için en uygun biçimde olduğunu göstermektedir. Michael Denton, bu konuda şunları yazar:
“Karbon ve oksijen atomlarının normal ısılarda gösterdikleri reaksiyona girmeme eğilimi, bir kez reaksiyona girdiklerinde açığa çıkan dev boyuttaki enerjiyle birlikte, Dünya üzerindeki yaşam açısından çok önemli ayarlamalardır. Kompleks canlıların kontrollü ve düzgün bir biçimde enerji edinmelerini ve aynı zamanda insanlığın ateşi kontrollü bir biçimde kullanarak teknoloji için gerekli ısıları elde etmesini sağlayan şey, işte karbon ve oksijendeki bu ilginç ayarlamadır.”
Bir başka deyişle, karbon da oksijen de, bizim yaşamımıza en uygun olacak biçimde yaratılmışlardır. Bu iki elementin özellikleri, bizlere ateş yakabilme ve bu ateşi en uygun biçimde kullanma imkanı vermektedir. Dahası, Dünya'nın her bir yanı, çok bol miktarda karbon içeren, dolayısıyla ateş yakmak için kolaylıkla kullanabildiğimiz ağaçlarla doldurulmuştur. Tüm bunlar, ateşin ve malzemelerinin de insan yaşamına en uygun biçimde yaratıldığını göstermektedir. Nitekim Allah, insanlara Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
“Ki O (Allah), size yeşil ağaçtan bir ateş kılandır; siz de ondan yakıyorsunuz.” (Yasin Suresi, 80)
29 Ağustos 2010 Pazar
Kristaller Doğadaki Eşsiz Birer Kusursuzluk Örneğidir
3 cm’nin milyonda biri kadarlık bir kısımda oluşan, bir katı maddenin toz haline gelmiş en küçük zerreciklerinde bile varlığını sürdüren, muhteşem düzene sahip kristaller, yaşantımızın her yerindedir. Yeryüzünün bütün katı kabuğu, kusursuz düzendeki atomların oluşturduğu bir kristal yüzeydir. Dolayısıyla bir insanın ayak bastığı hemen her yerde, düzgün geometrik şekillerle birbirine bağlanan ve kesintisiz olarak ilerleyen üstün bir simetri ve estetik hakimdir. Bazı insanları yanıltan ise, bu üstün sanatı çıplak gözle göremiyor olmalarıdır.
Kar taneleri, bir başka kristal mucizedir. Birbirleriyle gevşek bir şekilde bağlanarak bir kar tanesini meydana getiren kristaller, birbirlerinden öyle farklı geometrik şekillerde oluşurlar ki, birbirine benzeyen bir çift kar tanesinin meydana gelme ihtimali oldukça zordur. Her yıl karşılaştığımız kar miktarını düşündüğümüzde veya karın hiç eksilmediği kutup bölgelerini dikkate aldığımızda, Allah (cc)’ın sergilediği üstün sanatı çok daha iyi anlayabiliriz.
Kar tanelerindeki farklı kristal yapının sebebi su molekülünün kendine has moleküler özelliğidir. Tüm su moleküllerinin yapısı temelde aynı olmasına rağmen bu moleküller bazen birbirinden farklılaşabilirler. Oluşan her 5000 su molekülünden birinde hidrojen atomu yerine bir doteryum atomu bulunabilir. Ve her 500 molekülün birinde 16 kütle numaralı oksijen yerine 18 kütle numaralı oksijen bulunabilmektedir. Bu farklılık, bir araya gelerek kristalleşen buzlar arasında bir kombinasyonun meydana gelmesine neden olur. Çünkü tek bir kar tanesinde 1018 su molekülü bulunmaktadır. Su moleküllerinin yukarıda anlattığımız farklılaşmaları nedeni ile tek bir kar tanesini meydana getiren moleküllerin 1015 tanesi diğerlerinden farklı olacaktır. Bu hesaba göre, iki kar tanesinin tamamen aynı düzenlemeye ve şekle sahip olması 1024'de bir ihtimaldir. Ve böyle bir ihtimalin, evrenin başlangıcından bu yana gerçekleşmiş olma olasılığı sıfırdır.

Asıl dikkat çekici olan meydana gelen bu sonsuz çeşitlilikteki tüm kar tanelerinin mükemmel ve kusursuz bir simetriye sahip oluşlarıdır. Bir kar tanesi küçük bir toz tanesi etrafında oluşmaya başlar. Bu sadece birkaç mikron büyüklüğündedir. Meydana gelen bu mikroskobik şekil altıgendir ve bu yapı buzun kendi yapısından yani suyun moleküler özelliklerinden kaynaklanır. Oluşan bu kristal gitgide büyür ve köşelerinden itibaren küçük kollar oluşmaya başlar. Hava soğudukça bu kolların büyümesi biraz daha hızlanır. Hava değişimlerine maruz kaldıkça, oluşan bu yapı üzerinde kılcal uzantılar gelişir. Kar çevreye savruldukça ve değişik koşullara maruz kaldıkça bu yapılanma devam eder ve her koşula uygun farklı bir özellik kazanmaya başlar. Tek bir kar tanesindeki her kol aynı gelişmeyi yaşadığından bütün kollar birbirine benzer ve son derece kompleks bir yapı meydana gelir. Meydana gelen altıgenle bağlantılı olarak altının katlarına bağlı bir simetri oluşur ve kristal üç boyutlu yapısını kazanmış olur
Kristal harikasının bir başka örneği de yeryüzünün herhangi bir yerinde bir canlı bedenine ulaşıp canlanabilmek için yüzlerce yıl bekleyen virüslerdir. Bu varlıklar, bir canlı hücresinin sıcaklığını ve nemini hissetmeden en ufak bir canlılık belirtisi göstermezler. Onların tek hücreli canlılar gibi organelleri yoktur. Sahip oldukları tek şey korunmalarına yardımcı olacak bir hücre zarı ve bir DNA’dır (bazı zamanlarda da bir RNA). Canlanıp faaliyet gösterebilmek için bir canlı hücresini kullanır ve onun imkanlarından faydalanırlar.
Virüsler, bir hücre bulup içine yerleşene kadar ise, yeryüzünün herhangi bir yerinde, soğukta veya sıcakta, gökyüzünde veya toprak altında varlıklarını sürdürürler. Yok olup parçalanmamalarının, hayatta kalabilmelerinin tek nedeni ise sahip oldukları kristal yapıdır. Bu kristal yapı, bu canlıyı korur ve canlı tutarken, aynı zamanda mükemmel bir geometrik şekil ile onu sarar.
Virüsler dışında diğer mikroorganizmalar da kristalleşirler. Kristalleşme yöntemi, mikro canlıların kendilerini korumak için kullandıkları mükemmel bir yöntemdir. Bakteri, alg gibi bazı mikroorganizmalar, şartların kendileri için zorlaştığı zamanlarda, nesillerini devam ettirebilmek için kristalleşerek bir çeşit kış uykusuna yatarlar ve kendileri için daha uygun şartlara sahip başka bölgelere gidene kadar bu şekilde kalırlar. Kristal yapı onların, bulundukları ortamda ve daha sonra yükselerek kış uykusuna yattıkları bulutların arasında karşılaşacakları zor koşullara karşı önemli bir korumadır.
Atomların çeşitli şekillerde bir araya gelmeleri, elektronları çeşitli şekillerde paylaşmaları sonucunda oluşan kimyasal bağlar ve bunların meydana getirdiği kristal mükemmellik, oldukça önemli bir iman hakikatidir. Gözle görülmeyen moleküler seviyedeki bu mükemmellik, %99.9999’u boşluktan oluşan atomların Allah (cc)’ın dilemesiyle, tüm evreni kapsayan hiçbir kusur barındırmayan bir mükemmellik sergileyebileceklerini göstermektedir. Milyonlarca kilometrelik Dünya yüzeyi boyunca var olan her noktada, hatta tek bir noktanın binde birinde bile bu hatasızlık, bu üstün sanat devam etmektedir. Elimize aldığımızda eriyip giden, sahip olduğu moleküler yapının çoğu zaman farkında bile olmadığımız bir kar tanesi, eşsiz bir güzellik ve simetri sergileyen bir sanat eseridir. Bu gerçekler, iman edenlerin imanlarının artmasına vesile olan, inkar edenlerin şaşkınlık duymalarına ve inkarlarında şüphe oluşmasına sebep olan Allah (cc)’ın Yüce sanatı, üstün yaratma gücünün tecellisidir.
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Her şeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 102-103)
“Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nahl Suresi, 17-18)